15 Mart 2016 Salı

Cizre’nin Gözyaşları



Sabahın ilk ışıklarıyla Cizre’ye iniyorum. Her gelişimde yaptığım gibi önce otogarın yanındaki mezarlığa uğrayacağım. Annemi hatırlayacağım uzun uzun. Pek kimse görünmüyor ortalıkta. Normal zamanlarda sürekli birileri olur mezarlıkta. Kimi yeni ölmüş bir ölüsünün mezarı başında ağlar, kimi Kur’an okur, kimi de mezarın etrafıyla ilgilenir. Ama şimdi uzakta görülen birkaç kadın dışında kimse yok. Otları gereğinden fazla uzamış mezarlığın. İlerleyince hafif bir ıslaklık sarıyor ayaklarımı. Normalde bu kadar uzamaz bu otlar. Belli ki kaç zamandır kimse ilgilenememiş burayla. Bir şehrin sahipsizliği ilk mezarlıkta gösterir kendini. Annemin yanı başında çok yönlü bir duygu yoğunluğunun girişindeyim şimdi. Sessiz bir muhabbet sürdürüyorum bir süre. Daha sonra mezarlarla vedalaşarak başlıyorum güne. Yolun karşısında, bir sokağa giriyorum ve başlıyor yolculuğum.


Sağlı sollu, yarısı yıkılmış, yanmış evler, çökmüş binalar var.  Moloz yığını her taraf. Cizre’ye mi geldim? Bu sokaklar benim tanıdığım sokaklar mı gerçekten?  Bildiğimden çok farklı bir manzara var burada. Molozların, eşya parçalarının, demirlerin, betonların arasında ilerliyorum. Sokağın yaşadığı felaketi görmeye gelen insanlar var etrafta. Kimi kendi yıkıntısının içinde elini başının arasına almış oturuyor, kimi, bir kaç eşya çıkarabilme gayretinde. Durup her evi tek tek incelemek istiyorum. Ama buna vaktim yok. Bugün hiç bir yerde fazla kalmayacağım. Herkese geçmiş olsun dileklerimi iletecek, durumlarını öğrenmeye çalışacak, mümkün olduğunca daha fazla gerçekliğe şahitlik edecek ve geri döneceğim. Koca bir viraneyi bir güne sığdırmam gerekiyor. Çok İnsan var etrafta ama neredeyse kimse konuşmuyor. Bir tek geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar birbirlerine. “Allah sabır versin” diyor biri. “Allah bir daha göstermesin” diyor öteki. Daha gençten biri,  tercümeyle “Allah kabul etmesin!” Anlamında bir cümle sarf ediyor. Bu cümle memnuniyetsizliği ve kızgınlığı ifade ediyor. Duygunun dışa vurumu için kullanılabilecek,  terbiye edilmiş, özenle seçilmiş  cümlelerden biri. Herkes, tanısın tanımasın herkese iyi dileklerini sunup yoluna  devam ediyor. Ben de öyle yapıyorum.


Biraz sonra ilk durağıma, bir akrabamın evine ulaşıyorum. Tandır ekmeği pişiriyorlar avluda. Buram buram kokuyor. Beni içten ama cansız bir şekilde karşılıyorlar. Işıkları sönmüş sanki gözlerinin. Evleri, fiziki olarak nispeten sağlam kalmış ama evin içi kullanılamaz durumda. Biraz oturulabilir hale getirdikleri bir odaya alıyorlar beni. “Eşyalarımız temiz değil maalesef. Kirletmişler her şeyi. Su olsa yıkardık şimdiye kadar ama, henüz öyle bir imkanımız olmadı” diyor evin hanımı. Öğlen yemeğine kalmam için zorluyorlar. Bunun imkansız olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Kahvaltıyla ikna edebiliyorum ancak. Sıcak tandır ekmeğiyle birlikte geliyor kahvaltı. Bu sırada hızlıca bilgiler almaya çalışıyorum. Evi gezdiriyorlar. Bir ahır gibi kullanıldığını görüyorum. İlk yirmi gün ayrılmamışlardı zaten evlerinden. Görüşüyordum çünkü. “Biz gittikten sonra kapıyı kırıp girmişler, kışlık erzaklarımızın da büyük çoğunluğunu tüketmişler, yada kullanılamaz duruma getirmişler” diyorlar. Sonra hafif gülerek “ zaten kış ta bitti, gerek kalmadı” diyorlar. Kim yapmış? diye soruyorum. Anlamaya çalışıyorum sadece. “Gençlik yapılanması bizim bu tarafa yönelmedi fazla. Baştan beri,  zırhlı bir  araç sokağa hakim bir noktada konuşlanmıştı” diyorlar. Bir şeyler yedikten sonra kalkmak istiyorum. “Sana bir kaç komşu evi gezdireyim” diyor evin erkeği. “Felaketin boyutunu anlarsın belki.”


Yandaki eve geçiyoruz. Ev sahibi dönmemiş henüz. Şehir dışına çıkmışlar. Evin kırık kapısı, hırsızlık olmasın diye ilkel yöntemlerle bağlanmış. Olayların olmadığı bölgelerdeki evlere de arama tarama işlemleri çerçevesinde kapılar kırılarak girilmiş. Evdeki bütün eşyalar orta yerde duruyor. Bir odanın kapısını aralıyoruz. Sağda bir ranza, karşıda bir yatak dolabı var. Dolabın kapıları açık. Kapının iç yüzüne kırmızı renkli yazılar yazılmış. Okumaya çalışıyorum yazılanları. Yarısında boğazım düğümleniyor. Yanımdaki erkek akrabam başını eğiyor önüne. Bıçak saplansa kan akmayacak bizden. Aradan epey zaman geçiyor öyle. “Şuralarda da ev halkına ait çamaşırlar asılmıştı. Kadınlar topladı hepsini” diyor kısık bir sesle. Koridorun ilerisinde bir aynanın üstüne de yazılar yazılmış. Her yere yazmışlar. Yazı mı demem lazım onu da bilmiyorum. Kelimeler çıkmıyor ağzımdan, düğüm düğüm oluyorum.  Ev halkı gelmeden bu yazıları da silin lütfen diyebiliyorum ancak. Silinemiyorsa tahrip edin, okunmasın. Sonra nasıl bakabilecekler birbirlerinin yüzüne. Çocukları nasıl okuyacak bu cümleleri. Okurlarsa nasıl durabilecekler bu çatı altında. Bu mahallede, bu şehirde. Hep bu nedenlerle yola düşmedi mi onlarca çocuk, onlarca genç. Dağlara, bilinmezliklere, ölümlere, öldürmelere, şiddete, felakete sığınmadı mı niceleri. Silin lütfen, silin...


Daha fazla ne bakabilirim, ne de dolaşabilirim mahalleyi. Yarım bir vedayla ayrılıyorum oradan. Başka bir adrese geçiyorum. Bu sokak fiziki olarak sağlam görünüyor. Ama ev içleri dağıtılmış burada da. Ayrıca buz dolabı ve büyük ekranlı televizyon kullanılamaz durumda. “Dipçikle vurmuşlar” diyorlar. Çıkıyorum yeniden. Sokağa bırakıyorum kendimi.


Büyüdüğüm, hayallerle süslediğim sokağıma geçmek istiyorum. Sırt sırta, yan yana  onlarca ev yapılmış son zamanlarda. O ferah mahalle şimdi boğuluyor neredeyse.  Evler çok değişmiş, bazıları neredeyse yere gömülmüş, bazıları da yıkılarak çok katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Eskiden bizim olan evi buluyorum. Yeni sahipleri yıkıp yeniden yapmışlardı. Üst katının tamamen yandığını görüyorum. Sokakta yanan tek ev bu üstelik. Uzun uzun bakıyorum. Ben ne hayaller, ne umutlar biriktirmiştim burada. Zamanında bu evin elden çıkarılmasına karşı çıkmıştım. Satılmasaydı Cizre’ye dönecektim. Belki de ben bu evde olurdum bu felaket gerçekleştiğinde. Hayatlarımız nasıl da ince bir ipe bağlı. Nasıl da kırılgan her şey.


Biraz ötede kapının önündeki sandalyesine oturmuş bir teyze görüyorum. Evet tanıyorum ben onu. Annemin yarenlerinden biri. Kararlıyım zaten, bugün mümkün olduğunca daha çok teyze göreceğim. Onlarla hasbıhal edeceğim. Etrafta bir çok yabancı simalı kişi var. Fotoğraf çekiyor, viraneye dönmüş şehrin fiziki yıkıntılarını belgelemeye çalışıyorlar. Oysa asıl yıkıntı teyzelerin, kadınların, çocukların yüreğinde. Onlarla ilgilenen, onları dinlemeye gelen kimse yok. Herkes somut yıkımlarla ilgileniyor. Bu yıkımları metalaştırarak ranta dönüştürmeye ayarlı çoğu kişi. Bu halkın, iç dünyasındaki fırtınalar kimseyi ilgilendirmiyor. Getirisi yok çünkü bu ilginin.  Ben  bugün daha çok teyzelerin ve  çocukların iç yıkıntılarıyla ilgileneceğim. Başarabilirsem yüreklerine dokunacağım. Bin ah işitsem de hazırlıklıyım buna.


Teyzeye doğru ilerleyip önünde duruyorum, halini soruyorum. Gözleri hafif kısılmış, yaşlılık yormuşa benziyor. Tanıyınca ayağa kalkmaya çalışıyor, engel oluyorum, elini Öpüyorum. Sesi buğulanıyor. Bütün acıları bir yana bırakıp annemi yad ediyor. Yakın bir zamanda nasıl rüyasında gördüğünü ve sabah kalkar kalkmaz annemin “payı” diye nasıl infakta bulunduğunu anlatıyor. Sonra kısa kısa olanı biteni özetliyor. Seslenip diğer teyzelere haber salıyor. Haberi duyan kapıya çıkıyor. Hepsiyle kısa kısa hasbıhal ediyorum.  Yüzlerindeki acıyı tebessümle gizlemeye çalışıyorlar. Herkes yaralı görünüyor.


Başka bir teyzeyi soruyorum. Annemin en “sadık” yarenini. Nerede olduğunu henüz bilen yok. Henüz her şey çok taze burada. Herkes kendi çemberinde dönüyor şimdilik.  Evlerinin tamamıyla yıkıldığını görüyorum. Yıkıntının başına geçiyor, teyzeyi düşünüyorum. Şimdi burada olsa nasıl sarılacak ve ağlayacaktı. Normal zamanlarda da hep yaşlıydı gözleri. Çok acıyan bir yüreği vardı Onun. En büyük oğlunu “kaçakçılık” sırasında kaybettiğinde ben daha çocuktum. Cesedine bile ulaşamamışlardı. O günden sonra yarı ölü gibi yaşadı. Ne acılı bir coğrafya Ya Rabbi.


Vedalaşıp ayrılıyorum oradan. İlerde, anne şefkatini hiç esirgemeyen çocukluğumun kahramanlarından bir teyzeye daha uğrayacağım. Oldukça yaşlandığını ve kulaklarının az duyduğunu görüyorum. Oturtuyor yanına. “Bir felaket yaşadık ki anlatılmaz” diyor. “Güvenli bir bölgeye geçmeyi başardık ama üç ay boyunca bir ezan sesi bile duyamadık. Hiç bir şeyimiz kalmadı. Evlerimizi önce hendek kazıcılar kullanmaya başladı, ardından da müdahale edenler. Her şeyi yeniden elde etmeye çalışıyoruz” diyor. Kaşla göz arasında bir sofra getiriyorlar önüme. Az önce yedim diyemiyorum. Yemezsem incinirler çünkü, biliyorum. Çocukluk arkadaşım olan oğlu, önüme gelenleri az bulmuş olacak ki, mahcup bir edayla açıklama yapmaya çalışıyor.  “Eşyaları yeni yeni temin etmeye çalışıyoruz.” Çatal, kaşık aldık ama hala eksiklerimiz var, malzeme bulamıyoruz çünkü” diyor. O konuştukça ben eziliyorum oysa. Bulamadığından ziyade, imkansızlıktan olduğunu da biliyorum. Zaten zor geçiniyorlardı. Aylardır bir gelirleri yok. Üstelik masrafları çoğaldı ve eldeki malzemeleri de kullanılamaz duruma gelmiş. Zorla da olsa gönülleri kalmasın diye yemeye çalışıyorum. Bir yandan da anlatmaya çalışıyorlar yaşadıklarını. Kimse gelip sormayınca içlerinde birikmiş her şey. Bir çırpıda anlatmak istiyorlar. Her iki tarafı da “kusurlu” buluyorlar. Kusur dan ötesini kullanmamayı öğrenmişler çünkü. Cümleleri nasıl kullanmaları gerektiğini yaşayarak öğrenmişler. Ben bazen hamlık göstererek daha iri ifadeler kullanmaya yelteniyorum. O muhteşem tecrübeleriyle susuyorlar. Yorum yapmadan da duramıyorlar ama: “Hadi savaşıyorsunuz bunu anladık ta evlerimizden ne istediniz onu anlamıyoruz” diyor tahsili okuma yazma bilmekten ibaret olan arkadaşım. Çocuğun biri atlıyor; “ben hiç korkmadım, silah sesi duyunca bodruma kaçtım ama korkmadım” diyor.  Henüz ikinci sınıf öğrencisi olan kız çocuğu ise;  “her şeyimize el koyuyorlardı, duvarımızı yıkıp komşu eve geçiyorlardı” diyor.  “Yedi yaşındaki bir çocuğun bilmesi, konuşması gereken şeyler mi bunlar” diye soruyor babası.


Buralar böyle biliyorum. Erken büyüyor çocuklar. Küçücük bedenlerine koca duygular yüklüyorlar. Koca koca cümleler kuruyorlar o yüzden. Biz de öyle değil miydik ? Hepimiz erken büyümedik mi? Ama gene de bir kız çocuğunun yüreği için çok ağır cümleler bunlar.


“Biz bu sıkıntıyı uzun zamandır yaşıyoruz. Önce toplantılarla, onlarca kişiye yemek yapma sıralarıyla, zorunlu sokak nöbetleriyle insanları sıkıntıya soktular. Sokaklara bombalar yerleştirdiler, şimdi de her şeyimizi kaybettik” diyor evin gelini. Eşi sözü ağzından alarak, “bana sorarsanız anlaşarak yaptılar bunu” diye yorumluyor olan biteni. Susarak dinliyorum. Sessizlik başlayınca da izin istiyorum. Arkadaş eşlik edebileceğini söylüyor ama ben nazikçe geri çeviriyorum. Yalnız gezmek istiyorum çünkü. Her ne ile karşılaşacaksam, tek başıma göğüslemeliyim. Bu daha hafif gelecek gibi görünüyor.


Sokağa çıkıyorum. Hemen hiç çocuk yok sokakta. Normalde cıvıl cıvıl olan mahalle ölüm sessizliğinde sanki. Az önce yanından geçtiğim camiye yöneliyorum. Caminin bahçe duvarında da yazılar yazılmış, resimler çizilmiş. Orta yerde büyükçe üç tane hilal çizilmiş, altında ve üstünde de: “ Rehber Kur’an, hedef Turan” diye yazmışlar.


Duvarlar üzerine yazılmış onca yazıdan daha fazla yaralayıcı oluyor bu . Hiçbir şey, saldırıdan muaf kalmamış burada. Aziz Kur’an bile alet edilmiş. Camiye girmeyi göze alamıyorum. Onlarca anıyı barındıran bu mekanın içindeki tahribatı kestiremiyorum. Zaten, biri moloz haline gelmiş, ikisi ciddi yara almış camiler görmüştüm biraz önce.  Dışarıdan bakınca burası sağlam görünüyor ama içinden emin değilim. İçeri adım atmaya cesaret edemiyorum. Bari anılarım yara almasın istiyorum.


Üzerinde çokça konuşulan  bodrum katın bulunduğu alana yöneliyorum.  Etrafında insanlar toplanmış birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. iki zırhlı araç desteğindeki görevliler de  “beklemeyin burada” diyerek insanları  uzaklaştırmaya çalışıyor. Tamamıyla yıkılmış çok katlı bir kaç binanın yerinde enkazlar var. Bu evlerin hepsinin sahiplerini tanıyorum. Hemen hepsiyle ilgili türlü anılar canlanıyor zihnimde. İçinde onlarca kişinin yanarak can verdiği bodrum katı, yanık haliyle girilebilir durumda. Kimileri merak edip içine de giriyor, birbirlerine bir şeyler gösteriyorlar. Bense yaklaşamıyorum. Biraz ötede, bir arkadaşıma ait olan yıkıntının önüne geliyorum. Normalde üç katlı bir bina burası. Tek kata dönmüş durumda. Üst katta bir kapıdan geriye kalan parçalar sarkıyor aşağı doğru.


Duyarsızlaşmış gibiyim artık. Gördüğüm her yeni yıkıntı, bir öncekini hızlıca arka plana itiyor. Şimdi anlıyorum, insanların neden bu kadar soğuk kanlı durduklarını. Üst üste gelişen felaketler, psikolojilerini alt üst etmiş, normal tepki gösteremiyorlar.


Bir akrabamın evinin yakıldığını söylemişlerdi, bulamayınca destek istiyorum.  Gelip beni oraya götürüyorlar. Başkaları da var orada, evi inceliyorlar. Daha yeni yapılmış bir bina burası. Kullanılamayacak durumda şimdi. Ön iki kolon parçalanmış. Evin gerisi de yanmış durumda. “Yasak kalktıktan sonra evin içindeki bir sandıktan bir cenaze çıkarıldı” diyor oradakilerden biri.  Kaçıp oraya sığınmış olmalı diyorlar. “Vücudunda hiç bir iz yoktu. Ama kafası tamamıyla yanmıştı. Elbiseleri bile sağlamdı” diyor öteki. Diğerleri de tasdik ediyorlar.” Nasıl bir silah ki bu?” diye soruyor biri orta yere. Ama cevap veremiyor kimse.


Bense geride durmuş evi, ev sahiplerini, mağduriyetlerini düşünüyorum. Bu aile üç nesil boyunca çok acılar çekti. Siyasi olarak çok ön planda değillerdi. Ama aksilikler, mağduriyetler bir türlü peşlerini bırakmadı. Küçük, büyük tüm aile, olağanüstü acılarla yüzleşti. Bu sonuncusu da tamamıyla darmadağın edecek gibi görünüyor.


Daha fazlasını kaldıramayacağım artık diyerek arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Herkesle kısa kısa ve ayrı ayrı görüşmek, söylenecekleri birbirinden bağımsız dinlemek istiyorum.


İlk buluşmada arkadaşım, yılların dostluğundan destek alarak açıyor içini. Hendek politikasını yürütenleri şiddetle eleştiriyor. “Bizi, yüzyıldır tanıdığımız devletle yeniden karşılaştırdılar. Devletin ceberrut yüzü ile yeniden yüzleşmek zorunda değildik” diyor.  Vedalaşarak diğer buluşmaya geçiyorum.


Kapıda, İstanbul merkezli bir cemaate ait bir yardım kuruluşunun gönderdiği koliler var. Arkadaş, bin civarında çocuk maması ve yüz adet 25 TL'lik market çeki gönderdiklerini söylüyor. “Şimdiye kadar bütün yardım kuruluşlarının gönderdikleri bunlardan ibaret. Ortalama 6-8 kişilik onlarca aile mağdur durumda şu anda. 25 TL’lik çekleri nasıl veririm onlara. Ne işlerine yarayacak” diyor. “Sonra bu işler böyle olmaz ki” diye ekliyor. Ne yapılmalıydı diye soruyorum. “Herkes kendi derdiyle meşgul şu anda. Hiç kimse mağdurların derdiyle ilgilenebilecek durumda değil. Yardım etmek isteyenlerin ciddi bir hazırlıkla, ekipleriyle beraber gelip çalışma yapmaları gerekiyor “ diyor. Diğer bir arkadaşım oldukça heyecanlı ve gergin. “Kimse bundan böyle bize kardeşlikten bahsetmesin, biz kardeş falan değiliz” diyor.


Son görüşmemizdeki arkadaş, süreçteki mağduriyetini ayrıntılı anlatıyor: “ilk yirmi gün evimizi terk etmedik. Çatışma sesleri yaklaşınca çıkmak zorunda kaldık. Çıkarken aile bireyleri olarak birbirimizle helalleştik. En küçük çocukları kucağımıza alarak hızlı adımlarla çıktık. Kurşun ve çatışma sesleri eşliğinde bölgeyi terk ettik. Kurşunlar dört bir yanımızda uçuşuyordu. Nasıl oldu, nasıl çıkabildik hâla anlayabilmiş değilim” diyor. Vedalaşıyorum.


Şehrin nispeten güvenli kısmında, gün bitmeden ziyaret etmem gereken bir teyze daha var. Annemin müstesna dostlarından biri. Aynı zamanda arkadaşım da olan torunuyla buluşup eve geçiyorum.  Seccadesini dizine sarmış oturuyor odanın ortasında. Oldukça yaşlanmış ama yüzündeki o nur hiç eksilmemiş. Kulakları da çok zor duyuyor. Yıllar oldu görmeyeli. Torunu adımı söyleyince gözleri ışıl ışıl oluyor. Oturuyorum yanına. “Biz hiç huzurlu bir gün yaşamadık bu dünyada, siz de yaşamadınız. Duam o ki; çocuklarınız yaşasın. Bu ölümler son bulsun. Allah bu ateşe bir su döksün” diyor.


Öbür mahalleler çok kötü durumda diyorum. “Bir kısmını bir taraf tahrip etmiş, bir kısmını diğer taraf” diyor torunu. Müdahale ediyor:  “Savaş sokak aralarına geldikten sonra, evlerin içine girdikten sonra, hangisinin nereyi tahrip ettiğinin bir önemi kalmıyor. Bu savaş şehre hiç inmeyecekti. Bu insanlar, bu çocuklar, bu savaşı birebir yaşamayacaktı” diyor. Eskiden de böyle bilgece konuşurdu. Gün boyu aradığım cümleyi bulmuştum sanki. Artık gidebilirdim.


Güneş, Cizre semalarında gittikçe sönükleşiyor, vedaya hazırlanıyordu. Benim de veda saatim gelmişti. Hayır dualarını alarak ayrılıyorum oradan. Göremediğim akrabalarla da görüşüp, sokağa çıkma yasağı başlamadan şehirden çıkmam gerekiyor. Saat yaklaştıkça insanlarda bir telaş olacağını sanıyordum. Ama şehir oldukça yavaş hareket ediyor. Kimsenin bir acelesi yok. Heyecanını kaybetmiş bu şehir. Karanlık çöküyor ve ben son vedaları da yapıp, sabah başladığım yerden, mezarlıktan el sallıyorum bu ışığını kaybetmiş şehre. Hayallerimin, umutlarımın yeşerdiği ve fakat tutunamadığı şehrime. Sessizce terk ediyorum. Acıları, hüzünleri, yıkılmaları, şehrin omuzunda bırakarak ayrılıyorum.


Sabah gördüğüm o dolaba yazılmış yazı hâla beyin damarlarımı zorluyorken, son kelimelerimi bırakıyorum şehrin gözyaşlarıyla ıslanmış çıkış kapısına: Yenildik hepimiz. Bütün umutlarımızla, bütün hayallerimizle, bütün heyecanımızla, bütün koca koca söylemlerimizle yenildik. En azından şimdilik, ruz-i mahşere kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder