27 Aralık 2015 Pazar

Hendek ve Ötesi





Kürdistan coğrafyasına bir parça sükunet geleceğine dair  güçlü umutlar vardı. Bir çok aşamanın konuşularak aşılabileceğine dair, her gün yeni işaretler ortaya çıkıyordu. Ne yazık ki, savaşan tarafların kullandığı hoyrat dil, yeşeren umutları yerle bir etti. Dahası, kürdistan şehirleri belki de tarihte hiç olmadığı kadar yoğun bir savaşın merkezi haline geldi, getirildi. Oldukça hassas ve ağır yürüyen sürecin taraflarca iyi idare edilememesi sonucu, inşa edilen bütün aşamalar dehşet verici bir şekilde imha edildi.
Anlaşmayı başaramayan taraflar, savaşı şehir merkezlerine taşıyarak, bütün sivilleri inanılmaz bir mağduriyet ve tehditle karşı karşıya getirdiler. Bugünlerde Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Dargeçit’te, Sur’da ve daha birçok merkezde çocuk, kadın, yaşlı, hasta,  kısacası bütün bir halk, bütün imkânlardan mahrum olarak  evlerinde, bodrumlarında mahpus, silah seslerinin gölgesinde tedirgin bir şekilde yaşamaya çalışıyor. Hendeklerle çevrilen şehirler, tarihinin en ağır ablukasıyla karşı karşıya gelmiştir. Eylem tarzını belirlerken, Kürdistan halkını, halkın hassasiyetlerini gözönünde bulundurmayan taraflar bu kötü durumdan aynı ölçüde sorumludur. Hiçbir taraf diğerinden daha masum değildir. Hiçbir taraf şiddetin çözüm üretemeyeceğinin farkına varmış değil.
Öyle anlaşılıyor ki; her iki taraf ta savaşa devam etmeye karar vermiş ve her iki taraf ta sivil kayıpları konusunda en ufak bir kaygı taşımıyor. Dahası taraflar adına hareket eden kimilerinin sivil kayıplarından ve sivil mağduriyetlerinden medet umduklarına dair ciddi iddialar da dolaşıyor ortalıkta.
Günlerdir Kürdistan şehirlerinden, insanı dehşete düşüren görüntüler gelmeye, feryatlar yükselmeye devam ediyor. Öldürülen bebeklerin, cesedi günlerce yol ortasında kalan yaşlı kadınların, çocukların, büyüklerin, hastaların hikayeleri kimseyi rahatsız etmiyor.
Savaşanlar, hiçbir uyarıyı, hiçbir nasihatı dinlemiyorlar. Üstelik hepimizi taraf olmaya çağırıyor, cürümlerine ortak etmeye çalışıyorlar. Her biri, karşı tarafın taşkınlıkları üzerinden hassasiyetlerimizi kaşıyarak, bizi taraf olmaya zorluyor.
Oysa bu  mücadele biçimi de, bu müdahale biçimi de meşru değildir. Konuşabilmenin bütün imkânlarının sonuna kadar kullanılmadığı ortadadır. Tarafların iflah olmaz kibri, bu kirli savaşı yaymaktan başka bir işe yaramıyor. Böyle bir ortamda adil şahitler olma iddiasında olanlara düşen görev, hem örgütün hem devletin savaş ve yıkım politikalarını, çözümsüzlüğü derinleştiren eylemlerini, sivil halkı mağdur eden girişimlerini mahkum etmeye devam etmektir. Bilgiyi ve hikmeti merkeze alarak olumlu ve yapıcı bir muhalefeti sürdürmektir. Savaşa taraf olmak değil, ateşe su taşımaktır. Mağdur halkın daha fazla mağduriyetler yaşamaması için açılımlar yapmaktır. Örgütü de devleti de uyarmaktır. İki taraf adına yapılan taşkınlıkları mahkum etmektir.
Silahlı örgütün, silahlı mücadele yürütmesini meşru gösterecek hiçbir talebinin olmadığı ortadadır. Daha ötesi, savaşı şehirlere taşımasının, hiçbir gerekçesi de yoktur. Yüz yıldır mağduriyetin her türünü yaşayan bir halkı topyekün yeni mağduriyetlerle karşı karşıya getirecek bir stratejinin hiç bir açıklaması yoktur. Daha önce sistematik olarak göçe zorlanan halkı, yeni bir göç dalgasına mecbur etmenin Kürdistani hassasiyetle açıklanabilecek bir yanı yoktur.
Kürdistan sokaklarında hendekler kazarak, mayınlar tuzaklayarak sürdürülen gerilimin Kürdistanlılara ölüm, acı ve yıkım getirmesinin ötesinde bir sonucu yoktur, olmayacaktır. Adına “Öz Yönetim” denilen yeni yöntemin, Kürdistana daha fazla özgürlük getirmeyeceği, acıları derinleştireceği görülmelidir. Bu tarzın Kürdistan gerçeği ile örtüşen bir yanı yoktur.
Cizre’de Silopi’de Nusaybin’de, hendeklerle çevrilen herhangi bir yerde, iki gün halk arasında yaşamaya gücü ve cesareti olmayan, Türk Solu’ndan ithal eski tüfek kimi marksistlerin hendek siyasetini yüceltici sözleri ciddiye alınmamalıdır. Söz konusu şahıslar bir yandan;  “Kürtler devlet kurmamalıdır, bunun Kürtlere ve bölgeye bir yararı olmayacaktır” diyerek Kürtlerin akıllarıyla dalga geçiyorlar, diğer  yandan, direnişe dair ağdalı bir dil ile hendek siyasetini alkışlayarak yeni acılara sebep oluyorlar. Kürt Halkının enerjisinin, bu üç-beş eski militanın fantezileri için heba edilmesine fırsat verilmemelidir. Kendi mahallelerinde hiç alıcısı kalmayan şaibeli marjinallerin, Kemalistlerle elbirliği yaparak Kürdistan sokaklarında daha fazla yıkıma ortam hazırlamalarının önü kesilmelidir. Bu zevatın, daha fazla Kürdistan halkının acılarıyla ve hassasiyetleriyle oynamasına fırsat verilmemelidir.
Diğer taraftan, örgütün savaş politikalarının faturasını bütün bir halka kesmeye yeminli devlet mantığının  durudurulması gerekmektedir. Hiçbir eylem, devletin sivil halkı mağdur etmesinin gerekçesi olamaz. Devlet iddiasındaki bir yapının bir çatışma ortamında birincil görevi, sivil halkı korumaktır. Mağdur olmasına engel olmaktır.
Devletin kendisinden kaynaklı zaafiyetlerin ortaya çıkardağı de facto durumları, halkı yok sayarak düzeltmeye çalışması kabul edilemez. Eğer bir bebek öldürülüyorsa, eğer bir yaşlı kadın sokak ortasında öldürülüyor ve cesedi günlerce oradan kaldırılamıyorsa, kurşunun kimden geldiği önemli değildir. Birincil sorumlu buna müsaade eden, bu süreci sivil halkın aleyhine işleten, güvenlik ve asayişin sorumluluğunu üzerine alan ve paylaşmamak için her eyleme girişen devletin kendisidir. Süreci iyi yönetemeyen bir devlet, sürecin getirilerinden sorumludur. Sorumluluğun dillendirilmemesi, yada görmezden gelinmesi bu sonucu değiştirmemektedir. Devletin, sivil halkın mağduriyeti için üretebileceği bir gerekçe yoktur.
Eğer devlet iseniz, “Halkım” dediğiniz insanları mağdur etmeyecek politikalar üretmek, ve gerekli tedbirleri almak zorundasınız. Devletler bunun için vardır. Birilerinin eylemleri üzerinden halkı mağdur etmenin bir açıklaması olamaz. Devlet, sivil bir vatandaşının zarar görebileceği bir duruma katkı sağlayamaz. Sokak ortasında bir vatandaşının vurulmasına ortam hazırlayamaz. Vurulan bir sivilin, cesedinin orta yerde kalmasına müsaade edemez. Bunu hiçbir vicdan, hiçbir inanç, hiçbir mantık kabul etmez. Bu duruma hiçbir mazeret ürtetilemez.
Eğer yaşı ilerlemiş bir kadının cesedi günlerce orta yerde kalıyorsa, bunun hesabını öncelikle devletin vermesi gerekmektedir. Eğer bir sivilin cesedine sahip çıkamıyorsanız zaten orada varlığınızı kaybetmişsiniz demektir. Beylik laflarla durumu geçiştiremezsiniz. Bizler de bu duruma razı olmayacağız.
Örgütün ve Devletin çelişkilerini  dillendirmeye devam edeceğiz, devam etmeliyiz. Gerek örgütün, gerek devletin çözümsüzlüğü derinleştirecek her adımına karşı, uyarıda bulunmaya devam etmeliyiz. Bu savaş konseptine asla teslim olmamalıyız. Sorunun çözümüne ve akan kanın durmasına, mağduriyetlerin giderilmesine yönelik atılacak her adıma, kimden geldiğine bakmadan destek vermeliyiz, başarabilirsek katkı sunmalıyız. Yarayı derinleştirecek her adıma kimden geldiğine bakmadan karşı durmalıyız, başarabilirsek engel olmalıyız.
Bütün tahriklere rağmen acıyan yüreklerin artmasına katkı sağlamamalıyız, katkı sağlamayacağız. Bu kirli savaşa taraf olmamalıyız, taraf olmayacağız.
Ya  kendimiz kalacağız, ya yok olacağız.


27 Ekim 2015 Salı

Kimin Savaşı

Mücadele etmeyi en çok savaşmak olarak anlayanların, kazanacakları bir mücadeleleri yoktur. Sürekli savaşanların, savaşı  sürekli yükseltenlerin bir geleceği de yoktur. Tek başına bir geleceği olmayan savaşı, birincil itiraz dili olarak görenlere teslim olmamak, farklı alternatiflere mecbur etmek  gerekiyor.
Ortak bazı söylemlerin olması, ortak bazı hassasiyetlerin sürekli büyümesi, seçilen mücadele yöntemini paylaşmamızı gerektirmiyor. Kurulu güçlerin; ortaya koydukları mücadeleyi benim adıma yürüttüklerini, bizim adımıza yürüttüklerini belirtmeleri tek başına bir şey ifade etmiyor.
Ortaya konulan mücadelenin temel İlahi ve İnsani ilkelere uygun olması hayati önem taşıyor. Amaçların netliği, direnişin biçimi ve ötelenemez ilkelere karşı gösterilen hassasiyet, mücadelenin bizzat kendisinden önemlidir. Bu ilkeler, mücadelenin bel kemiğidir.
Hiçbirimiz ana ilkelerimize uymayan bir mücadele yöntemini, bir itiraz biçimini kabul etmek, sahiplenmek yada sineye çekmek zorunda değiliz.
Dünyanın neresinde olursa olsun, kim tarafından başlatılırsa başlatılsın, bir hak-hukuk mücadelesini desteklemek, yeryüzünün bütün mazlumlarıyla ilkesel bir gönül bağı kurmak, adil şahit olma iddiasını bir gereğidir. Ancak; seçilen yöntemlerin de, ilan edilen meşru amaçları gölgede bırakmaması gerekiyor. Bunu göz önünde bulundurmadan, ortaya konulan pratiklere gönül vermek, destek olmak yada sessiz kalmak sorunludur. Çünkü; direniş hareketi iddiasındaki bir yapının savunduğu tezlerin geçerliliği kadar, bu tezler adına ortaya koyduğu pratikler de önemlidir.
Bir direniş hareketi öldürmeyi değil, diri tutmayı hedeflediği ölçüde değerlidir. İlahi ilkelere riayet ettiği ölçüde meşrudur. Hedeflerini terbiye ettiği ölçüde değerlidir. Sınırlarını bildiği ölçüde sahiplenmeye değerdir.  Bizler de bu değere göre duruş göstermek durumundayız.
Şahsen benim; sorunlu, ilgili ilgisiz ayırımı yapmayan, ölmeye ve öldürmeye ayarlı itiraz biçimlerine, savaş stratejilerine destek vermem yada yapılanları görmezden gelmem, sürekli yeni mağdurlar üreten yöntemleri sahiplenmem mümkün değildir. Geliştirilen bir itiraz biçimini, ancak hak-hukuk gözettiği oranda sahiplenebilirim.
İdeolojilere kurbanlar sunan ayinlere dönüşen bir savaş, benim savaşım değildir.
Uyuyanları, savunmasız olanları hedef alan bir savaş benim savaşım değildir.
Çocukları, yaşlıları, kadınları incitme ihtimali olduğu halde sürdürülen bir savaş benim savaşım değildir.
Başka ihtimaller olduğu sürece, son söz, son çare, son ışık  tüketilmeden başlatılan bir savaş benim savaşım değildir.
farklı umutlar belirince susmayan, susturulmayan bir savaş benim savaşım değildir.
Mütedeyyin olmak dışında bir farklılığı olmayan, evini serinletmek için kapısını açık bırakmak zorunda kalacak kadar imkanlardan yoksun olan bir garibanı, yemek sofrasında, çocuklarının gözü önünde hedef alan bir savaş benim savaşım değildir.
Mütedeyyin olmasına yada gariban olmasına da gerek yok. Savaşçı olmayanı, savaş meydanında olmayanı hedef alan bir mücadele, bir savaş benim savaşım değildir.
Bir savaşın birincil amacı öldürmek değil, caydırıcı olmaktır. Onlarca caydırıcı alan ve imkan varken, ölmeye ve öldürmeye ayarlı bir savaş benim savaşım değildir.
Silahlı mücadeleyi şehirlerin merkezine çekerek unutulmayacak trajedilerin yaşanmasına ortam hazırlayan, bu trajedilerin oluşturacağı öfkeden ve çaresizlikten medet uman bir itiraz  benim itirazım olamaz.
Mağdurlar adına yeni mağduriyetler ortaya çıkaran bir savaş benim savaşım değildir.
Seküler güçlerin iktidar mücadelesine dönüşen bir savaş benim savaşım değildir.
Her gün bir parçamızı alıp götürse de,  ideolojik fantezilere, marjinal gruplara, “aydınlanma dönemi” söylemlerine meş'ale görevi gören bir savaş benim savaşım değildir.
Konuşmayı başaramayanların savaşı benim savaşım değildir.
Böyle bir savaşın beni ilgilendiren, bizi ilgilendiren, heyecanlandıran, umutlandıran hiçbir yanı yoktur.
Farklı gelişmelerin olabileceği umudunun diri tutulduğu bir dönemde, karşılıklı niyet okumalarıyla silaha sarılanların ortaya koydukları savaş pratikleri ile bizi temsil etmedikleri, hayati hassasiyetlerimize ortak olmadıkları ortadadır. Ortak kimi önceliklerimizin olması, ortak mağduriyetlerimizin olması, ağırlığını her hücremizde hissettiğimiz zulmü geriletmek adına yeni zulümlerin ortaya çıkmasına razı olmamızı gerektirmiyor.
Siyasal yaklaşımı, inancı, aidiyeti ne olursa olsun, şiddeti birincil mücadele biçimi gören bir anlayış beni temsil etmemektedir. Aziz İslam adına da yapılsa, başka aidiyetlerimiz ve mağduriyetlerimiz adına da yapılsa, savaş meydanında olmayanlara yönelik geliştirilen, direk ölmeye ve öldürmeye ayarlı eylemlere yüksek sesle itiraz ediyorum.
Birey olarak ben; benim adıma, benim ilkelerimi, İlahi Kanunları çiğneyerek girişilen bütün eylemlerden beri olduğumu, böyle bir mücadele biçimini benimsemediğimi, böyle bir mücadelenein tarafı olmayacağımı  ilan ediyorum.
Kontrolsüz büyüyen ateşiyle, her gün sadece bizi tüketiyor olsa da, bu savaş bizim savaşımız değildir.
Bu savaş benim savaşım değildir.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Öldürün Her Birimizi

Madem oturup konuşmayı başaramıyorsunuz, madem bir masa başında oturmayı, öldürmekten daha zor görüyorsunuz, öldürün o halde her birimizi.
     Teker teker öldürün, ikişer ikişer öldürün, üçer, beşer öldürün. Bombalarla, tuzaklarla, beyinlerini aldığınız mekanik canlılarla öldürün.
     Madem yeşertmeyi başaramadınız yeryüzünü, ekini ve nesli birlikte bombalayın. Dağlarımızı, mağaralarımızı bombalayın. Dağlarımızda seken ceylanları, nesli tükendi tükenecek onlarca canlı türünü bombalayın. Ateşe verin yeniden umuda duran şehirlerimizi.
     Madem adamakıllı barışmayı da, adamakıllı savaşmayı da bilmiyorsunuz, öldürün her gözünüze kestirdiğinizi. Uyurken öldürün, çocukların gözü önünde, yemek sofralarında öldürün. İlgili ilgisiz ayırmayın, öldürme isteğiniz geldiğinde öldürün.
     Büyüklenmek istediğinizde öldürün. Büyüklüğünüzü göstermek istediğinizde öldürün. Her yere yetişemiyorsanız da gönderin çıraklarınızı, gönderin yeni yetme bağlılarınızı. Sizin adınıza ne cinayetler işleyebildiklerini kanıtlasınlar.
     Savaş kurallarını tanımayın. Hiç bir kural tanımayın. Hem zaten kurallar güçsüzler için değil mi.
     Siz güçlüsünüz, Siz büyüksünüz. Kutlu tarihiniz, kutlu atalarınız, güçlü gelenekleriniz var. Bütün bir medeniyet sizden sorulur zaten. Sizin dışındaki herkes, ilkeldir çünkü. Öldürün bütün ilkelleri, öldürün hepimizi, her birimizi.
     Bizi öldürerek gücünüzü gösterin. Üstün ırklarınızın gücünü, bizi öldürerek, yarı çıplak yatırarak, kayıtlar altına alarak gösterin. Sizler üstünsünüz, bunu ispatlayın her seferinde. Bu sizin hakkınız. Bizler öldükçe sizler haklarınızı, üstünlüğünüzü garantileyin.
     Madem öğrenemediniz insanlığa kurtuluş müjdelerini taşımayı, gariban çocuklarını bombaya dönüştürerek öldürün. Henüz on üçünde, on beşinde, on sekizinde, yirmisinde katiller yetiştirin.
     Kutlu ayetleri de alet ettiğiniz eylemlerinizde, katliamlar yapsın makineleştirdiğiniz bedenler.
     Nasıl da hayata selam durmuştuk oysa, nasıl da umutla yüklenmişti yükünü dağlarımız, sokaklarımız, ekinlerimiz, bedenlerimiz.
     Ama madem savaşmak için kılıç kuşandınız, bomba kuşandınız, dağıtın o zaman bütün umutlarımızı. Şehirlerde savaşın, sokaklarda savaşın, dağlarda savaşın. Çocukların içinde, yaşlıların yanında savaşın. Hastane kapılarında savaşın.
     Eylemlerinizin kime ne felaketler getirdiğini ölçmeyin, önemsemeyin sonuçları. Siz hepiniz kutsalsınız. Kutsalların savaşında zayiatların önemi mi olurmuş.
     Yakın, yıkın yaşam alanlarını. Yeniden tanımlayın savaşı, savaş alanlarını. Özgürlük adına kalkan her namlu esaretimizi arttırsın. Güvenlik adına dumanlanan her namlu sığınacak son mekanımızı da darmadağın etsin. Özgürlük savaşınız esir alsın her yanımızı. Yaşama alanı bırakmasın yeryüzünde.
     Fark etmez dilimiz, cinsimiz, ırkımız. Çünkü biz bize benzeriz ve acı sadece bizim yuvamızda yankılanacak her zaman.  Hep ölen biz olacağız ve hep sizler zafer naraları atacaksınız birbirinize karşı. Çünkü sizler birbirinizi değil, bizleri öldürdükçe zafer kazanmış olacaksınız.
     Öldürün şu halde her birimizi, her bir yerde. Üçer, beşer öldürün. Sahte kutsallar eşliğinde öldürün. Büyük büyük cümleler kurun sonra. İntikam yeminleri edin arkamızdan. Ama gene gelip öbür yanımızı öldürün. Bizim intikamımız için bizi öldürün yeniden.
     Önce toprağı kutsayın, zihninize üşüşen şeytani düşünceleri kutsayın. Sonra da çaresiz anaların yavrularını koşturun savaş alanlarına. Sahte kutsallarınız adına boğazlasınlar birbirlerini. Ne ölen ne için öldüğünü bilsin, ne öldüren ne için öldürdüğünü bilsin. Ama her biri, eylemini kutsal duygularla gerçekleştirsin.
     Sahte kutsallarınıza sizden çok inananlar ölsün her zaman. Ama siz yaldızlı cümleler peşine düşün sadece. Yeni kurbanlar bulmanıza yardımcı olacak kutsal metinler öğrenin. Sizin için yaşasın ve sizin için ölsün insanlık.
     Üstün olan sizsiniz çünkü. Ondandır bu kadar kurban bulmanız. Eğer üstünlük, eğer kutsallık sizde olmasaydı kanar mıydı bu kadar insan kutsallarınıza. Bunca acı düşer miydi, gün görmemiş yüreklere. Hem siz bunca zalimleşir miydiniz, insanları kurban ederken, toplumları, kutsalları feda ederken.
     Öldürün onun için her birimizi, hepimizi. Birer birer öldürün. Üçer üçer öldürün. Beşer, onar öldürün.  Her bir ölümümüzden yeni zaferler devşirin.
     Sizin savaşınızda en çok biz kaybettik. Aslında sizin savaşınızda sadece biz kaybettik. Hiçbiriniz yenilmedi bu savaşta. Siz savaştınız ve biz öldük. Siz savaştınız ve biz birbirimize bilendik. Siz savaştınız ve biz yeni kıyımlar yaşadık. Siz savaştınız ve biz yenildik.
     Bir kırk yıl daha savaşın, bir kırk bin daha ölelim. İki milyon daha göç edelim bilmediğimiz topraklara. Bizi kardeş kabul etmeyen sokaklara sığınalım. Yeni nesillerimiz çifte esaretle büyüsünler. Sokakta, okulda, hatta camide dışlanalım. Hırsıza, çapulcuya, bozguncuya çıksın yeniden adımız. Ama siz, öldürmeye devam edin yinede.
     Öldürün her birimizi. Üçer, beşer öldürün ne duruyorsunuz.
     Dağıtın hadi umutlarımızı, dağıtabildiğiniz kadar.
     Nasılsa söz dinlemeyeceksiniz, nasılsa öldürmekten vazgeçmeyeceksiniz.
     Ama biz de, öle öle tükenmeyeceğiz.
     Umutlarımız da tükenmeyecek.

9 Haziran 2015 Salı

İslamcı Muhalefet ve Kürdistan Meselesi

 Doksanlı yılların ortalarından itibaren, henüz bir öğrenci iken, memlekette söz sahibi olma iddiasında olan muhalif İslami çevrelerin bir çoğu ile değişik ortamlarda Kürt/Kürdistan meselesi merkezli görüşmeler yaptım. Temel tezim; muhalif İslamcı çevrelerin Kürt meselesi konusunda dikkate değer sorumluluklar alması gerektiği yönündeydi.
     Bu anlamda görüşlerimi kimi çevrelerde taban ile, kimi çevrelerde yetkili sayılabilecek kişilerle paylaştım. Kendilerine bu meselede inisiyatif almaları gerektiğini, sorunun gittikçe çetrefilleştiğini ve Kürtlerin mağduriyetlerini öncelikle İslamcıların sahiplenmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bunu yapamazlarsa bile, Kürdistanda yetişmiş, meselenin acılarını yaşamış bireylerin önünü açmalarını, hassasiyetlerini gözönünde bulundurmalarını önerdim. Aksi durumda bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu, bir noktadan sonra Kürdistanlı İslamcılar nezdinde inandırıcılıklarını kaybedeceklerini, bu gelişmenin de beraberinde olumsuzluklar getireceğini anlatmaya çalıştım. Muhataplarımın hemen hepsi; “Kürt Sorunu” diye ifade edilen meselenin bir vakıa olduğunu, ancak bu meseleyi merkeze alan bir çalışmanın kendileri açısından mümkün olmadığını ifade ettiler. Böyle bir çabanın, herşeyden önce Kürt meselesini sahiplenen kimi çevrelerin işine yarayacağını, bunun da anlamlı olamayacağını dile getirdiler. Bu yaklaşım tarzı aslında söz konusu çevrelerin daha çok resmi söyleme yakın durduklarını gösteriyordu. Farklı ortamlarda benzer önerilere, benzer cevapların verildiğini de biliyorum.
     O yıllar, oldukça sıkıntılıydı. Özellikle Kürteselesine dokunmak ciddi sorumluluk istiyordu. Anlayabildiğim kadarıyla; bir çok yapı açısından, Kürt meselesine dokunmanın “cemaatsel çıkarlar” açısından hiç bir getirisi görünmüyordu. Dahası merkeze alınan batı toplumunu kaybetme riski de vardı. Kürtler zaten mütedeyyin idi. Onlarla ilgili ciddi bir çaba gerekmiyordu. Bir çoğuna göre;  üç beş kardeşlik cümlesi ile “tav olmaya”, herşeylerini feda etmeye hazır bir toplumdu Kürtler.  Bu durumda kazanılması  gereken diğer kesimleri uzaklaştıracak eylemerden ve söylemlerden kaçınmak gerekiyordu.
     Kimi çevrelere göre bir cumhuriyet dönemi problemi olan bu mesele, ancak “İslam Devrimi” ile çözülebilirdi. Hepimiz devrime odaklanmalıydık. Birgün devrim yapacaktı bu abiler ve hepimiz sihirli bir değnek ile kurtulacaktık.
     Bir çok meseleyi gündemleştirmekten geri durmayan kimi çevreler de İkincil bir konu olarak gördükleri bu mesele için riske girmeye gerek duymuyorlardı. Onlara göre , devletin hassasiyetleri vardı. Bu hassasiyetler paylaşılmasa da, dikkatli olmak gerekiyordu. Daha farklı gerekçeleri olanlar da vardı. Ama hemen hepsi meselenin acıtacak taraflarına bulaşmadan ilerlemek istiyordu. Genel olarak tablo böyle idi.
     Bunları söylerken toptancılık yapıyor değilim. Ama hakim bakış açılarının bende bıraktığı izlenim bu şekilde idi. Bunun istisnaları şüphesiz vardı. Ancak; daha çok teorik olarak kalan ve bir samimiyet testinden geçmeyen yaklaşımların bir getirisi olmadı. Bu anlamda belli bazı kesimler tarafından gerçekleştirilen forumlarla, sempozyumlarla, çalıştaylarla mesele teorik olarak ele alındı ise de hiç bir zaman pratikte Kürt meselesine yönelik sorumluluk alınmadı. Çoğunlukla hakim gücün açtığı alan üzerinden bakış açıları geliştirildi.
     Aslında söylenebilir ki; Türkiye’deki islamcı çevrelerin büyük çoğunluğu hiç bir zaman Kürt/Kürdistan meselesinde, hakkı hukuku gözeten bir duruşa sahip olmadı. Adil şahitler olma çabasında olanlar da oldukça azınlıkta idi. Bunların da büyük çoğunluğu yine meselenin içinde yetişen bireylerden oluşuyordu. Yapıların genel duruşları itibariyle her zaman mesele üç beş yaldızlı cümle ile, suçun laik-Kemalist düzene yüklenmesi ile geçiştirildi. Meseleye hassasiyetle yaklaşanlar da ya dışlandı ya da engellenmeye çalışıldı. Bu süreçte  bütün itirazlarımız, “milliyetçilik” yaftasıyla gölgelendi. Kimi yapılanmaların geliştirdiği söylemler oldukça çekici ve anlamlı görünse de, iş eyleme geldiğinde herhangi bir varlık gösterilemedi.
     Ak Parti’nin İktidara gelmesiyle birlikte de “nimetten pay alma” yarışı başladı. Muhalif İslamcı çevreler tek tek iktidarla yakınlaşarak sistem içi çalışmalara odaklandı.
     Bizi devrimi beklemek konusunda ikna etmeye çalışanların büyük bir kısmı ellerinde parti bayraklarıyla yeni dönemi selamladılar. “Devrimci” bir çok arkadaşımız, güncel politik tartışmalara kapılarak sistem içi açılan alanları yeterli gördü. İktidarın lütufları karşısında büyülenen bazı dostlarımız, iktidarın herşeyi çözmesini beklememizi önermeye başladılar.
     Zamanla hepimiz çok iyi anladık ki; Türkiye merkezli İslamcılığın baskın kesimi, resmi söylemden, resmi hassasiyetlerden çokta bağımsız değil. Bu noktada “Türk İslamcılığı” ve “Kürt islamcılığı” arasında ciddi ayrışmalar yaşandı. Kürdistanlı kimi islamcılar ayrışma sonrasında boşluğa düşerek farklı arayışlara girdiler. Farklı kesimlerle temasa geçerek, kendilerini ifade edebilecekleri alanlar oluşturmaya çalıştılar.
     Özellikle 28 aralık 2011 tarihli Roboski katlıamı sonrasında Türkiye İslamcılığının büyük çoğunluğunun takındığı umursamaz tavır bir çoğumuzu altüst etti. Hepimiz biliyoruz ki; aynı olay başka bölgelerde, ya da farklı ülkelerde gerçekleşse idi yerli İslamcı muhalefet sokaklara akacak, bir çok etkinlikle olayı protesto edecek, faillerinin bulunmasını isteyecekti.
     Ne yazık ki olay günü ve sonrası tam bir hayal kırıklığı yaşandı. İslamcı geçinen basının bir kısmı olayı hiç görmezken, bir kısmı da acıya acı katacak manşetler atarak zulmün safında yer almıştı. Muhafazakar geçinen belediyelerin üç gün sonra düzenleyecekleri yılbaşı etkinlikleri programında bile bir değişiklik yapılmamıştı. Kürt köylüsü, uçakların parçaladığı çocuklarının cesetlerini katırların ceset parçalarından ayrıştırırmak için çabalarken, Kürdistan halkı çocuklarına ağlarken, batı illerinde muhafazakar partilerin etkinliklerinde eğlence adı altında her türlü rezalet had safhada yaşanıyordu. Bütün bunlar olurken, büyük umutlarla yola çıkan “Muhalif İslamcı” yapılanmalardan hiç bir ses çıkmadı.  Üç beş duygusal yazı ya da açıklama dışında hemen her kesim iradesini devletin rütinlerinden yana kullandı.
     Bu ülkede geliştirilen mazlum merkezli dilin Kürdistanlı çocukları içine almadığının en önemli göstergelerinden biri idi Roboski Katliamı. Açıkça söylemek gerekirse Roboski katliamı, zihinsel ayrışmanın doruk noktası idi. O gün birçoğumuz açısından bir milat oldu. Zihinsel tedirginlik geçirenlerin büyük çoğunluğu ya islamcılıkla ilişkisini kesti, ya da yönünü tamamıyla Kürdistana dönerek yeni arayışlara girdi.
     Sonrasında da,devlet açılımlar yaptıkça eski İslamcı yeni muhafazakar çevreler de harekete geçer gibi yaptılar. Devlet geri adım attığında da meseleyle ilgilenmediler. Aslında bütün süreçler boyunca bu ülkede İslamcılık iddiasındaki kesimlerin büyük çoğunluğu özellikle Kürt Meselesinde rüzgarın yönüne göre tavır geliştirdiler.
     Muhafazakar Ak Parti hükümetinin cesur ve ısrarlı çabalarıyla süreç yön değiştirdiğinde birçok kesim için de yeni alanlar açıldı. Birçok tabu yıkıldı. Yeni dönemde Kürt meselesine dokunmak, artık ateşten çembere dokunmak değildi. Devlet ve PKK arasında başlayan dolaylı görüşmeler, sorumluluk sahibi değişik çevrelerin de çabasıyla, yeni bir boyuta evrildi.
     Şüphesiz meselenin bu yönde evrilmesinde muhafazakar iktidar başrolde oynamıştır. İmralı Süreci ve Çözüm süreci olarak tanımlanan yeni dönemde meseleye ciddi anlamda neşter vuruldu. Kürt meselesi ile ilgilenmenin neredeyse “modaya” dönüştüğü herkesin ve herkesimin mesele ile ilgili bir kaç cümle sarfettiği bu dönemde, kimi islamcı çevreler de harekete geçti.
     Ancak İslamcı muhalefet, gene ancak iktidarın açtığı alan kadar meseleye yönelebildi. Geliştirilen söylemlerin iktidarın ufkunu aşmamasına dikkat edildi. İlginçtir ki; devlet ve silahlı örgüt arasında dolaylı iletişimin çok yoğunlaştığı bir dönemde; daha önce meseleyi gündemleştimekten bile kaçınan kimi çevreler ön plana çıktı. Ard arda “İslami Çözüm” çalıştayları yapılmaya başlandı.
     Konuyla ilgilenen bir çok kesimin iyiniyetli olabileceğini elbette gözönünde bulunduruyorum. Ancak genel görüntü bu çalıştayların bir “üst akıl” tarafından yönlendirildiği ve daha çok devlet elinin güçlendirilmesi amacını taşıdığı şeklindedir. Yani, oldukça geç kalınmış bu çabalar aslında baştan beri takınılan tavıra paraleldir. Bu nedenle çokta anlamlı bulduğumu söyleyemem. İslamcılığın Kürt meselesini gündemine almasını elbette hala önemsiyorum. Kürt/Kürdistan meselesine müslümanca bir bakışın mümkün olduğuna ve bu bakışın ortaya konması gerektiğine dair düşüncemin arkasındayım. Bu anlamda yapılacak hiç bir çalışmayı da küçümsemem sözkonusu olamaz.
     Ancak; gelinen noktada anlaşılmıştır ki; yönlendirmelerle, yada “dostlar alışverişte görsün” tarzı yaklaşımlarla meseleye bir katkının yapılması sözkonus değildir. Eğer bütün gecikmişliğe ve bütün şüphelere rağmen sözkonusu çevreler bu konuda samimi iseler, yapmaları gereken şey, masa başı projeler geliştirmek değildir. Öncelikle, kendileriyle beraber hareket eden Kürdistanlıları soruna eğilmeleri ve çözümler üretmeleri konusunda cesaretlendirmelidirler. Kürdistan meselesi gündemleştirildiğinde ani bir refleksle “Ümmet” kavramını gündeme getirmekten vazgeçmelidirler. Ümmet ve Kürdistan kavramlarının birbirlerine düşman olduğu yönündeki algıyı işlemekten vazgeçmelidirler.
     Tekrar tekrar söylemem gerekir ki; Kürt/Kürdistan meselesine müslümanca bir bakış mümkün ve gereklidir. Bu bakışı geliştirecekler de Kürdistan gerçeğinden kopuk kesimlerin masa başı projeleriyle hareket edecek olanlar değil, Kürdistan'ın gerçeğini yaşamış sorumluluk sahipleri olacaktır.
     İstikameti bozmayacak şekilde sağlam ayaklarla basacak, özgür ve özgün hareket edecek olan sorumluluk sahiplerinin bir gün ortaya çıkacağına dair umutlarım da her zaman tazedir.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Xwezî

Divê ez Piştî ba û bageran, piştî êş û eleman, ji dilekê birîndar, ligel keserên hezarsalî dest bi xweziyên xwe bikim.
     Xwezî per û baskên min hebûna, de min bikarîba ez dîsa li zarokatiya xwe vegerim. Xwezî ez her dem zarok bimama. Dilê min mîna  dilê zarokekî bima.
     Xewnên min, şer û pevçûnên min zarokî biman.
     Mîna zarokekê bê xem, bê tirsî û bê astengî li kolanê jiyanê bibeziyam. Mîna rojên berê li pey xeyalên xwe, bajar bi bajar bigeriyam.
     Xwezî min bikarîba li rojên berê vegerim. Xwezî bi wan camêriyên berê. Xwezî bi wan hevaltiyên berê.
     Carê, di dilê min de bi sedan kevok difirîn. Li gelek cih û waran digeriyan û bi gelek xweşiyên hemû welatan  ve li dilêmin divegerîyan. Xwezî min kevokên dilê  xwe, ne avêtiban ber devê gur û roviyan. Wê çaxê, belkî îro jî, min bikarîba bêhna hemû xweşiyên dinyayê bikim.
     Carê, di dilê min de bi sedan karxezal dibezîn.  Hemû malikên dilê min, bûbun malên karxezalan. Xwezî min karxezalên dilê xwe, ewqas bi erzanî nefirotiban.
     Gotineka pêşiyan heye. Dibêjin; “dara xweziya şîn nabe.” Bi rastî ev gotin çiqasî rastbe jî, lê gelek caran xwezî, arîkarê didin bedena meya westayî. Dibin arîkar ji boyî ku em bêhna xwe vekin.
     Dizanim ku dara hêviya, şîn nabe bi xweziya. Lê, bê xwezîyan hêviyên me mezin nabin. Bê hêviyan jî jiyan nameşe. Jiyan bê hêvî, hêvî jî bê xwezî nabe.
     Mirov gelek caran dikeve nav xeyalan. Bi keser û axînan xwe hewceyê dara xwezîyan dike. Gelek caran mirov liber kevîyên tengasiyan, gavên derbasbûyîn li bîra xwe tîne. Wê çaxê, ligel keseran xweziyên xwe tîne ziman.
     Gelek caran mirov dive ku xwezî şîn bibin û jiyaneka bi rûmet, jiyaneka bi kêf û şahî diyarî mirovî bibe.
     Xwezî, ne poşmanî tenê ye.Carnan bêrîkirin e, carnan hewldaneka piçûka ber bi ferehiyê ve ye.
     Ez jî dema ku li kolanên metropolan rastî tenêtîya xwe têm, ne bi dilekî tenê, bi hezar dilan dest bi xweziyan dikim.
     Xwezî ez li ser hemû kanîyên jiyanê bisekinîyam û min dil û hinavê xwe hênik bikiran. Xwezî min hêdî hêdî û bi hostayî  kezîyên jiyaneka bi rûmet bihûnandan.
     Belkî wê çaxê jiyan ji nûve bixemiliya. Belkî per û baskên biheştî bi milên min ve çêbûban. Belkî xewnên hezarsalî, gav bi gav biketan nav rûpelên jiyanê de.
     Dinya bi rengê xweyê xwemalî gelekî xweş û rind bû. Bi gul û gulşenên xwe gelekî navdar bû. Lê mixabin hemû gul û sosinên dinyayê li me qermiçîn. Gava jiyan hat hindama me, hemû şalûl û bilbilên bexçeyan ji ziman ketin. Em ji hemû rengê biharî dûr ketin. Her gava ku derbas dibe, em bêhtir bêrîya taveheyvê dikin.
     Kul û keserên şexsî jî, yên civakî ji li ser pişta hev bilind dibin. Xweziyên me yên şexsî û yên civakî bi hev ve girêdayîne. Her roja ku diçe, xweziyên nû li ser singa jiyana me mezin dibin. Em mecbûrin ku  xweziyên xwe jî, mîna hêvîyên xwe dermale bikin. Ji ber vê yekê, ji alîyekî ve em hêvîyên xwe tûjdikin, ji aliyê dîve jî xweziyên xwe bibîrtînin û bilêvdikin.
     Xwezî gul û beybûnên me jî, mîna gul û beybûnên hemû kesî geş û serbilind bimana. Xwezî di kolanê dilê me de evqas nalîn û qêrîn mezin nebûna.
     Gav bi gav, roj bi roj, dinya bêhna xwe ya xwemalî winda dike. Xwezî me jî bikarîba tama jiyaneka bi rûmet dîyarî pêşerojê bikiriba.
     Xwezî hêviyên me bi sibeheka nûranî re, bi refên kevokan re, bi keriyên karxezalan re bi ser me ve bihatan.
     Xwezî, xweziyên me bûban şahîyên me.
     Piştî ba û bageran, piştî êş û eleman. Piştî kovanên hezarsalî.