10 Temmuz 2014 Perşembe

Sessiz Bir Direniş

Güneybatı Kürdistan’da bir teyzem yaşıyor. Birçok amcam, amcazadem, babamın amcaları, amcazadeleri ve daha başka akrabalarımız da yaşıyor orada.
     Teyzemin bir hikâyesi var. Benzer durumdaki bütün teyzelerimizin hikâyeleri gibi. Bütün bu teyzeler, benim ve hepimizin teyzeleridir. Hissetme yetilerini yitirmeyenlerin teyzeleridir onlar.
     Benim teyzem, bir köyden 10-15 kilometre mesafedeki diğer bir köye gelin gittiğinde henüz sınırlar kan kusmaya başlamamıştı. Mayınlar gencecik bedenleri alıp götürmemişti. Sınır diye bir şey de yoktu aslında. Adı vardı sadece. Hiç kimse, bir gün bu adı var kendisi yok sınırların hayata yön vereceğini tahmin edememişti. O nedenle de bu yolculuğun, bu evliliğin olağanüstü bir yanı yoktu. Teyzem bir köyden başka bir köye gelin gitmişti sadece.
     Fazla geçmedi ki sınır boyuna mayınlar döşendi. Teller çekildi. Gidiş gelişler bir anda kesiliverdi. Teyzemin hikâyesi de işte o zaman başladı. Aslında “Binxet”, yani Güneybatı Kürdistan sakini bütün teyzelerimizin hikâyesi o zaman başladı. Benim teyzem de o teyzelerden sadece bir tanesi idi.
     Sınırın bir tarafından diğerine geçmek için pasaport ve vize gerekiyordu artık. Bu taraftan bakıldığında, her seferinde 20-30 kilometrelik mesafe için, önce il merkezinde pasaport başvurusu yapmak gerekiyordu. Sonrasında da 1000 kilometreden fazla yolu kat ederek Ankara’ya gidip vize işlemlerini gerçekleştirmek, bazen aylar süren uzun ve sıkıcı bir süreci göze alabilmek gerekiyordu. Ancak karşı tarafta iş bundan daha da zordu. Çünkü Baas rejimi yüzbinlerce Kürt yerlisine bir kimlik vermeyi reddetmişti. Bir gün gelecek ve o topraklardan çıkarılacaklardı. Onlara bir kimlik vermek gereksizdi. Teyzem de bu yüzbinlerden biri idi.
     Bir şekilde “ehlileşerek” vatandaşlık alabilenler de kolay kolay pasaport çıkarıp vize alamıyorlar, istedikleri zaman gelip gidemiyorlardı. Örneğin bulunduğu ilçede Müftü olabilecek kadar Suriye şartlarında iyi bir yükseliş kaydedebilen amcam bile öyle istediği zaman çıkıp gelemiyordu. Birkaç yılda bir, birkaç taziye birikince şartları zorlayıp bir on beş günlük vize alıp gelebiliyordu. Bu oldukça anlamlı ve değerli günlerde amcam ve beraberindekiler bütün gelemeyenler adına bütün bekleyenleri ziyaret ediyor, haberleri gerekli yerlere iletiyor, gönderilen hediyeleri teslim ediyor ve mukabil emanetlerle, hediyelerle geri dönüyordu. Herkesi temsilen yapılan ziyaretlerdi bunlar.
     O süre zarfında bütün sülalede günlük yaşam havası değişir, herkes on beş günlük yaşam tarzını misafirlere göre ayarlardı. Her gece ayrı birinin evinde misafir olunur, gece yarısına kadar sınırın alt tarafındaki hayat ve gelemeyenlerin durumu konuşulurdu. Hastalar için acil şifa dilekleri iletilir, ölenler için bol hüzünlü ve ağlamalı taziyeler bildirilirdi. Başka gelebilenler de bu şekilde ağırlanır ve gönderilirdi.
     Gelemeyenler de teyzem gibi ancak dönenlerden aldıkları haberlerle idare ediyorlardı. Zamanla pasaport çıkarabilenlerin sayısında bir artma olduysa da teyzemin bir kimlik çıkarma ve dolayısıyla pasaport alma imkânı hiç olmadı.
     Teyzem daha bekârken annesini kaybetmişti. Babasının taziyesine ise gelemedi. Önceleri tam anlayamadı meseleyi. Aslında anlamak istemedi. Hep içinde saklı tuttuğu bir umutla bekledi. Bir gün sınırlar kalkacak, eskisi gibi elini sallayarak gidip gelebilecekti. Bu kabul edilemez uygulamalar geçici olmalıydı.
     Bilmez çünkü benim teyzem Baas’ı, Suriye’yi, Türkiye’yi, Ulus Devleti, kahredici iştahını insanlığın. Hükmedenlerin sınırları niçin koyduklarını da bilmez. Memleketini neden parçalara ayırdıklarını da, bu hakkı nereden aldıklarını da bilmez. Bildiği bir şey var sadece. Sınırın üst tarafında sevdikleri var, yüreğinin parçaları var, her gün bir bir çoğalan mezarları var.
     Her sabah namazında seccadesine oturarak uçsuz bucaksız düzlükte, sınırın üst tarafındaki bir tepeyi görmeye çalıştı. Tepenin en ucunda annesinin mezarı vardı çünkü. O mesafeden görebilmesi mümkün değildi belki ama ısrarla döndü o tarafa ve bir Fatiha okudu. Sonra daldı hayatın meşgalelerine, kimliksiz ve geleceksiz olarak.
     Köyünden şehre pek inemedi. Komşu köylere gidiş gelişleri olabildi ancak bir ömür. Kimliksizdi çünkü ve şehirde yapabilecekleri sınırlıydı. Üstelik şehirde resmi işlerde konuşması gereken dili de bilmiyordu.
     Aslında biliyordu bülbüller gibi şakımayı, destanları sıralamayı. Annesinden geceler boyu ne destanlar ne kahramanlıklar dinlemişti. Konuşması da yerindeydi hani. Kendini anlayan olursa bir çırpıda anlatabilirdi meramını. Geceler boyu anlatabilirdi Mem û Zîn’i, Xecê û Sîyabendî, Zal Oğlu Rüstem’i. Hz. Ali’nin Cenklerini de, Hayber Kalesi Destanını da biliyordu bilmesine ama bu bildikleri bir şey ifade etmiyordu. Kendisinden istenen dil annesinden destanlar eşliğinde öğrendiği dil değildi.
     Kendini evine adadı teyzem. Hasretini çocuklarının kokusuyla gidermeye çalıştı. Ama umudunu hiç yitirmedi. Müebbet yemiş mahkûmların, her sabah af umuduyla uyanması gibi uyandı her güne. Ağladı bazen için için, yönünü sınıra dönerek dualar gönderdi. Sonra öbür tarafa dönerek zalimlere lanetler okudu. O tarafta kümelendiklerini düşünüyordu zalimlerin. Anlam veremediği yasaklara öfkelendi. Ama hep umutla bekledi. Çünkü bir gün insafa gelecekti bu adamlar. Öyle düşünüyordu.
     İnsanlığın ne kadar alçalabileceğini düşünemiyordu. Bilmiyordu çünkü teyzem Baas’ı, Esad’ı, Modern zulümleri. Yeryüzüne sınırlar koyan zihnin aslında İlahlık tasladığını bilmiyordu.
     Uzun süre kaçakçı yolunu gözledi sonra. Her seferinde canı pahasına sınırı geçip gelen birilerinden haberler aldı. Çoğu zaman bu haberleri bile ikinci üçüncü elden alabiliyordu. Çünkü kaçakçılar şehre gidiyor, şehirden birilerine haberler iletiliyor, oradan köye ulaştırılabiliyordu. Bazen bu haberlerle soğuttu yüreğini. Bazen de iletilenler kor düşürdü içine.
     Yeni bir ölüm ya da yeni bir olumsuzluk haberlerine de alıştı zamanla. Kendisi de aynı yöntemle kaçakçılara ulaştırılacak haberleri ikinci, üçüncü kişileri devreye sokarak iletebiliyordu. Ancak bazen gönderilen bir selam, sınır boyunda bir mayın marifetiyle kaçakçının kanına karışabiliyordu. Acısı o zaman daha bir katlanıyordu teyzemin.
     Anlam veremese de, buna da alıştı zamanla. Her seferinde sınır boyuna yüzünü dönüp bir tepeyi aradı gözleri. Tepedeki mezara gözyaşı eşliğinde bir şeyler söyledi. Dualar okudu, gönderdi.
     Bir müddet sonra kasetçalarlar marifetiyle ses kayıtları gidip gelmeye başladı. Bütün aile büyük bir heyecanla ses kaydı için kasetçaların karşısına geçer, sırayla kendini tanıtır, durumunu belirtir, selam ve saygılarını dile getirirdi. Eğer kaseti götürecek kaçakçı, bir sınır telinin dibine düşmezse, bir müddet sonra karşı taraftan da bir ses kaseti gelir ve böylece hasret bir nebze dindirilmiş olurdu.
     Teyzem bir süre de böyle direndi zalimlere. Köyünde yüzünü hep sınır boyuna dönerek direndi. Gözyaşlarını kurutarak, annemi ve diğerlerini anarak, onlar için dualar ederek direndi.
     Annem için de durum pek farklı değildi. Kardeşini her andığında gözleri dolardı. Kelimeler boğazına düğümlenirdi. “O annemin emanetiydi ve fakat emanete sahip çıkamadım” derdi.
     Annem de gidip göremedi kardeşini. Zor zamanlardı çünkü. Her türlü imkândan mahrumdu. Uzun yıllar boyunca bir pasaportu çıkarabilecek, Ankara’ya gidip vize alabilecek bir imkânı olmadı annemin. Şartlar nispeten el verdiğinde de yaşı ilerlemiş hastalıklar rahat bırakamaz olmuştu.
     Otuz sene görüşemediler. Yürüyerek gitse, öğlene kadar varabileceği bir mesafedeki kardeşine ulaşamadı bir türlü. Otuz kilometrelik yol, otuz sene kat edilemedi. Bütün bir dünya bir kütle olmuş aralarına girmişti sanki.
     Teyzem umudunu diri tuttu her zaman. Geçen her gün gerçekler daha net görünse de O, inadına direndi. Bir sabah namazında, bulabilirse bir atın sırtında, bulamazsa ayaklarına yüklenerek sorgusuz sualsiz karşı yakaya geçebilmeyi bekledi. Kat edeceği toplam yol 25-30 kilometre idi sadece. Uçsuz bucaksız düzlükte sadece 25-30 kilometre. Kaç kez sınır boyuna, mayın sınırına kadar ilerledi. Uzaktan görmeye çalıştı annesinin mezarının bulunduğu tepeyi. Bir Fatiha gönderdi her seferinde. Bir de yanaklarından usulca süzülen bir çift gözyaşını.
     Yıllar, yılları takip etti bu arada. Haberleşme imkânları arttıkça acı ve tatlı olayları daha çabuk duyabildi. Hiç görmediği yeğenlerinin büyüdüğünü, evlendiğini duyunca buruk sevinçler yaşadı. Ölüm haberlerini de gittikçe daha sakin karşıladı. Acıya alışılır mıydı bilinmez ama alışmış gibi yapıyordu. Gittikçe her iki yakada da mezarların sayısı çoğalmaya başladı. Yüreği iki parçalıydı.
     Aslında iki taraf diye bir şey yoktu O’nun dünyasında. Neden ikiye bölündüğünü hiçbir zaman anlayamadı. Öz memleketinin neden mayınlarla Serxet û Binxet diye bölündüğüne anlam veremedi. Yeryüzüne sınırlar konmasına anlam veremeyecek kadar bilgeydi ama buna cehalet diyordu son çağın tiranları.
     Esad’ı bilmiyordu çünkü. Ulus Devleti de, insanlığın doymak bilmeyen iştahını da bilmiyordu. Anlam da veremiyordu. Bir tek acısını biliyordu ve bu onu her gün yeniden kanatıyordu.
     Şartların biraz el vermesi neticesinde özel izinler ve çok yoğun çabalarla on beş günlük geçiş imkânı bulup geldiğinde, çoktan annemin taziyesi bitmiş, her birimiz kendi gerçekliğimize dönmüştük. Ben de uzaktaydım ve o süre zarfında dönebilmem mümkün değildi. Telefonla konuşabildim ancak kendisiyle. Derin ve titrek bir sesi vardı. “Otuz yılın sonunda soğuk bir toprağı kucaklayabildim ancak” diyebildi sadece. Kelimeler boğazında düğümlendi. Sustuk ikimiz de, konuşacak tek bir kelime yoktu çünkü o an. Hayat kelimelerini de çalmıştı teyzemin.
     Aradan on yıl geçti. Gidiş-gelişler biraz olsun kolaylaşmıştı. Bir taziye nedeniyle pasaport ve vize işlemlerini halledip sınırın öbür tarafına geçtim. İkinci gün kadınlar bölümünden çağrıldığımı söylediler.  O tarafa yöneldiğimde kalabalığın ortasında yaşlı bir kadının kucağını açarak bana doğru ilerlediğini gördüm. Hayal görüyor gibiydim. Bana doğru gelen annemdi sanki. Aynı yüz, aynı duruş, aynı hareket. Yüzündeki kırışıklıklar bile aynı şekildeydi. Benzer acılar, benzer kırışıklıkları oluşturuyormuş meğer.  Sarıldı, öptü, kokladı. Kimse bana Teyzemi tanıtmayı aklına getirememişti o an.
     Bir insana teyzesi nasıl tanıtılır, bilemediler belki de. Yüz hatlarından, anneme benzemesinden, sarılışından tanımıştım onu. Hareket edemez oldum. Oturdu, sessiz ama derin derin ağlamaya başladı. Başımı önüme eğdim ve sustum sadece.
     Ben otuz yaşımı geçmiştim ve 60 yaşını çoktan geçen teyzemi ilk defa görüyordum. Aradaki 25- 30 kilometreyi ancak otuz sene sonra aşabilmiştim.
     Şimdi teyzem eski sıcak umutlarını, acı hatıralarına katarak her gün zayıflayan bir enerjiyle bekliyor köyünde. Hayır, umudunu asla yitirmedi. Ama eski heyecanı, yerini suskunluğa bırakmış durumda. Belki artık yürüyerek ya da bir at sırtında gelemeyeceğini biliyor ama hâlâ bekliyor. Hiç olmazsa bir sabah namazında, bir araba marifetiyle önce sınır boyundaki tepede bulunan annesinin mezarını ziyaret etmeyi, oradan da sıra sıra dizilen diğer mezarları kucaklamayı hayal ediyor. Bunun gerçekleşeceğine olan inancı sapasağlam. Hiçbir gelişme bu umudunu söndürmüyor.
     Bilmiyor çünkü O her gün yeryüzünün yeniden parsellendiğini. Allah’ın arzında kendisini İlah görenlerin hiçbir zaman azalmadığını bilmiyor. Oturduğu köyünde torunlarının tercüme ettiği haberlerden sadece kan ve gözyaşını anlayabiliyor olsa da, umuduna direnç, direncine umut katıyor.
     Bilmez çünkü O Esad’ı, Baas’ı, yaldızlı cümleler kuran örgütleri, küresel güçleri, ihanet çemberlerini. İnsanların neden savaştıklarını, neden yeryüzüne sınırlar koyduklarını, kendi memleketini neden parsellediklerini bilmez.
     İnsanlığın yakıp yıkan arzularını, İlahlığa soyunan insan soyunun ne kadar zalim olabileceğini bilmiyor benim teyzem. Herkese hak görülenin neden kendisine yasak ve haram görüldüğünü de bilmiyor.
     Bildiği tek şey sınırın beri tarafında her gün çoğalan mezarlar olduğu ve bu mezarlara doya doya sarılmak istediği.
     Şartlar değişse de yaşlı ve hasta haliyle umudunu yitirmiyor teyzem. Bütün olumsuzluklara rağmen, hayatına ve değerlerine kasteden bütün zalimlere, bütün tiranlara rağmen sabrediyor ve direniyor.