24 Temmuz 2013 Çarşamba

Kürdistan İslamî Hareketi

Yirminci yüzyılın başlarından itibaren, özellikle Mısır ve İran merkezli, İslami direniş ve diriliş hareketleri kendi bölgelerinde bir bilinçlenme süreci başlatmışlardır. Kökü Cemalledin Afganî ve Muhammed Abduh’a uzanan bu hareketlerin oluşturduğu direniş kültürünün teorik altyapısı, çoğunlukla çıkış yolları arayışlarında elde ettikleri verilerden oluşmuştur. Dolayısıyla evrensel dâvânın sokaktaki yansımasının yerel özelliklere uygun olması sağlanabilmiştir. Aynı zamanda aksiyon adamı da olan günün mütefekkirlerinin geliştirdikleri bakış açıları uygulamaya konularak öncelikle yerel bir İslamî muhalefet dili geliştirilmiştir.
     Mısır ve İran’daki oluşumların tarih boyunca beslendikleri damarların da etkisiyle, uygulama süreçlerinde birbirlerinden etkilenmeden, tamamıyla ait oldukları toprakların, kültürlerin ruhuna uygun bir dil geliştirmiş olmaları, bu oluşumlar için bir artı değere dönüşmüş, her biri ayrı bir ekol olarak mücadele sahnesinde yerini almıştır. Bu ekoller, oldukça verimli eserler ortaya çıkarmış, ülkelerindeki siyasî ve toplumsal atmosfere müdahale edebilmişlerdir. Mısır ekolü birçok kayda değer şahsiyet yetiştirmiş, İslamî itirazın örnek kişiliklerini ortaya çıkarmayı başarmıştır. İran ekolü de mücadelesini bir devrimle sonuçlandırmış, yirminci yüzyılın küresel siyasî yorumcularının tezlerini gözden geçirmelerine neden olmuştur.
     Bu hareketlerin yerel bazdaki bu başarılarının, besledikleri birçok çelişkiye rağmen bir açıdan hedefe ulaşmalarının önemli sebeplerinden biri, içinde yaşadıkları toplumu iyi tanımaları ve bu toplumun gerçeklerine göre alternatifler geliştirmeye çalışmalarıdır. İthal reçetelere yönelmemeleri, bunlardan medet ummamalarıdır. Tarihten gelen birikimi günün şartlarına uyarlayabilmeleri ve tarihsel dili yeniden yorumlayarak bir direniş ve itiraz yöntemi geliştirebilmeleridir. Gerek Mısır’ın, gerek İran’ın tarihsel birikiminin ve bu birikimle ilişkideki sürekliliğin, bu hareketler için bir avantaja dönüştüğü ortadadır.
     Türkiye’de ise özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında uygulamada olan ağır baskıcı düzenin, geçmiş ile bütün bağların koparılmasında başarılı olması, tarihten gelen bir dilin avantajlarından yararlanılmasına engel olmuştur. Görece daha rahat olan yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise, bütün birikimler kaybedilmişti. Yerel unsurlar meseleyi kavramaya başladığında, Mısır hareketi bedeller vere vere meydan okumaya devam ediyor, İran’daki mücadele adım adım zafere koşuyordu. Oysa bu tarafta ne teorik ne de pratik anlamda bir oluşumdan söz etmek mümkündü. Aradaki devâsâ açık, tercüme eserlerle kapatılmaya çalışıldı. Bu yönelim kuşkusuz, oldukça kolay ve kısa vadede gayet verimliydi. Ancak; kendi düşünce havzalarını oluşturamayan yerel gruplar, tercümelerin etkisi ve heyecanı bittiğinde, ortada kaldılar. Tercüme söylemlerin yerelde aynı etkiyi yapmadığı görüldüğünde de bir çıkış yolu geliştirilemedi. Bunun sonucunda, büyük heyecanlarla oluşturulan yapılar, bir şekilde sistemle bütünleşerek asıl iddialarından uzaklaştılar. Ayağı yere basmayan söylemlerin yerini tamamıyla teslimiyetçi ve statükoya paralel söylemler aldı. Bağlı olarak Kuzey Kürdistan’da da, farklı dinamikler olmasına rağmen benzer durumlar yaşandı.
     Sistemin milliyet olarak Türkleştirme, mezhep olarak Hanefîleştirme hamlelerine maruz kalan Kuzey Kürdistan, medreselerin kapatılması ve eğitim dilinin Latin alfabeli Türkçe olması neticesinde batıdan gelen dalgaların etkisinde kaldı. Geçmiş ile bağları henüz tamamıyla kopmamış olmasına rağmen, biraz da gönüllü bir hamle ile, Anadolu’nun geçirmekte olduğu sürece ortak oldu.
     Aslında;  Şeyh Said’in eylem pratiği, Said-i Kürdî’nin düşünsel etkisi hâlâ çok canlıydı. Kürdistan’da büyüyüp gelişen Nakşibendîlik damarı, birçok olumsuzluğun yanında hatırı sayılır olumlu altyapılar oluşturmuştu. Resmen kapatılmış olmalarına rağmen, köy camilerini mesken tutarak ayakta durmaya çalışan Kürdistan medreseleri, birikimlerden yararlanmaya devam ediyordu. Ancak başta eğitim dilinin Türkçe olması, çok yoğun bir asimilasyon sürecinin devam ediyor olması ve daha birçok nedenden dolayı bütün bu imkânlar yeterince değerlendirilemedi.
     Bu süreçte Mısır ve İran’dan Türkçe'ye tercüme edilen eserler, Anadolu’nun şartlarına bile uyarlanmadan, çok farklı bir coğrafya olan Kürdistan’a kaydırıldı. Bölgedeki oluşumlar tarafından büyük bir heyecanla karşılanan bu yeni “kutsal metinler” referans gösterilerek yeni bir nesilin ortaya çıkmasına ortam hazırlandı. Her biri birer ulus devlet olan Mısır ve İran’da yazılan eserler, yine katı bir ulus devlet olan Türkiye’de tercüme edilmişti. Asimilasyonun, yok sayılmanın bütün çirkinliklerini göğüslemek zorunda kalan Kürdistan’da da yorumlanmaya çalışılıyordu.
     Şüphesiz ki; Müslümanca bir bakışın gelişmesi noktasında bu eserlerin katkısı hafife alınamaz. Bu anlamda İslamî camiadaki herkesin bu eserlere bir borcu vardır. Ancak; sözkonusu eserlerin bölgesel gerçeklikler ışığında okunamaması, tercümelerin de Türkçe olması, aslında kültürel olarak Türkçe ile hiçbir bağı olmayan bölge açısından olumsuz bir durum oluşturuyordu. Bu eserler tercümenin tercümesi şeklinde okunuyordu. Buda eserlerin belki de ana fikirlerinin gözardı edilmesine neden oluyordu.
     Bunun yanısıra bu dönemde, medreselerinde sözkonusu eserleri orijinalinden ders olarak okutarak, yerel gerçeklikler ışığında değerlendirmeye çalışan bazı öngörülü bölge âlimlerinin bu çabalarının, eserlerin istenilen faydayı vermelerine katkıda bulunduğunu da zikretmek gerekmektedir. Ancak; bu oldukça lokal bir çalışmaydı ve geneli etkilemesi beklenemezdi.
     Bir süre sonra yerel oluşumların bölge gerçeklerinden koptuğu anlaşılmaya başlandı. Bir hayal dünyasında yaşıyorlardı ve öngörülebilir gelecekte gerçekleşmeyeceği ortada olan kimi idealler uğruna Kürdistan’ın bugününden vazgeçmiş görünüyorlardı. Dahası batı yakadan gelen yönlendirmelerin, ortaya çıkarılan hassasiyetlerin daha çok ulus devlet normlarına uygun olduğu, kimsenin bölgenin tarihsel gerçeklerini, halkının hassasiyetlerini ve bugününü önemsemediği de ortaya çıkıyordu. Diyarbakır’daki, Van’daki ya da Batman’daki bir oluşumun hassasiyetleri içinde İstanbul, İzmir, Bursa ve diğer yerler var iken, söz konusu yerlerdeki oluşumlar tam da ulus devlet normlarına paralel olarak, hayatı batı yakadan ibaret görüyorlardı. Dahası batıdaki yapılanmaların çoğu sanılanın aksine “milli” karakterli idi. Bu yapılar tarafından geliştirilen “evrensel söylemler”, Kürdistan sözkonusu olduğunda devredışı bırakılıyordu. Farklı düşünen sınırlı sayıda çevreler için de, daha öncelikli meseleler görünüyordu. Geliştirilen bütün projeler batı yakanın hassasiyetlerine göre şekilleniyordu. Bölge hassasiyetleri ise çok farklı idi ama bu, kimseyi ilgilendirmiyordu. Bu gerçeğin farkına çok geç varıldı.
     Kürdistan coğrafyasının her yönüyle batı yakadan farklı öz değerlere sahip olduğu artık çok net olarak görülüyor. Bu durumda, bölge merkezli İslamî yapılanmaların, bundan sonraki süreçte coğrafyanın özelliklerine uygun bir dil geliştirmeleri gerekmektedir. Özgün ve özgür bakışların geliştirilebilmesi için de özgün ve özgür yapılar oluşturmak gerekmektedir.
     Batı yaka sistemin ruhuna uygun olarak tektipleştirilmiştir. Burada her mekân bir diğerine benzemektedir. Ama Kürdistan coğrafyası şükür ki hâlâ çok renklidir. Bu renkliliğin doğal ortamında korunabilmesi, tarihî komşuluk ilişkilerinin en ideal şekilde sürdürülebilmesi için, yerel dilin tarihî birikimini kullanmak gerekmektedir. Bütün inanç gruplarının ve bütün etnik yapıların özelliklerini gözönünde bulunduran, coğrafyanın hayat damarlarına vakıf, halkın dilini kullanabilen bir yerel yapılanmanın zorunluluğu ortadadır.
     İslamî sorumluluğun bedellerini ödeyen bütün fikir önderlerini yeniden yorumlayarak, bölgenin ruhuna uygun tercümeler yaparak, bir bakış açısı geliştirmek gerekmektedir. Şeyh Said’i, Said-i Kürdî’yi hatırlayarak, yaşatarak, anlamaya çalışarak bir direniş dili oluşturulmalıdır.
     İstanbul’da oluşturulan bir dilin Diyarbakır’da, Şırnak’ta hiçbir karşılığının olmadığı / olmayacağı görülmelidir. Aynı şekilde İstanbul merkezli bir yapılanmanın, Kürdistan coğrafyasına katacağı fazla bir şeyin olmadığı da görülmelidir. Eğer bir gün İslamî yapılanmaların Kürdistan’a bir olumlu katkısı olacaksa, bu katkı bölge merkezli çevrelerden olacaktır.
      Bu çevrelerin bir kısmı arasında geçmişe dayanan olumsuz nedenlerden dolayı kalın duvarlar örülmüş olabilir. Ancak kayda değer olmayan bazı nedenlerle ayrı düşen kimi yapılanmaların bir an önce farklılıkları önemsizleştirip bölgesel bir İslamî yapılanmaya gitmeleri, bunu da deklere etmeleri hayatî önem taşımaktadır.
     Kuzey Kürdistan’ın, bir Kürdistan İslamî Hareketi’ne ihtiyacı vardır. Bölge evlatlarının kendilerini ifade edebilecekleri, evsahibi hissedebilecekleri böyle bir yuvaya kavuşmaları sağlanmalıdır. Bu ihtiyaç giderilmediği müddetçe, ilgili herkes, ilgili her çevre vebal altında olacaktır.