Sabahın ilk ışıklarıyla
Cizre’ye iniyorum. Her gelişimde yaptığım gibi önce otogarın yanındaki mezarlığa
uğrayacağım. Annemi hatırlayacağım uzun uzun. Pek kimse görünmüyor ortalıkta.
Normal zamanlarda sürekli birileri olur mezarlıkta. Kimi yeni ölmüş bir
ölüsünün mezarı başında ağlar, kimi Kur’an okur, kimi de mezarın etrafıyla
ilgilenir. Ama şimdi uzakta görülen birkaç kadın dışında kimse yok. Otları
gereğinden fazla uzamış mezarlığın. İlerleyince hafif bir ıslaklık sarıyor
ayaklarımı. Normalde bu kadar uzamaz bu otlar. Belli ki kaç zamandır kimse
ilgilenememiş burayla. Bir şehrin sahipsizliği ilk mezarlıkta gösterir kendini.
Annemin yanı başında çok yönlü bir duygu yoğunluğunun girişindeyim şimdi.
Sessiz bir muhabbet sürdürüyorum bir süre. Daha sonra mezarlarla vedalaşarak
başlıyorum güne. Yolun karşısında, bir sokağa giriyorum ve başlıyor yolculuğum.
Sağlı sollu, yarısı
yıkılmış, yanmış evler, çökmüş binalar var. Moloz yığını her taraf.
Cizre’ye mi geldim? Bu sokaklar benim tanıdığım sokaklar mı
gerçekten? Bildiğimden çok farklı bir manzara var burada.
Molozların, eşya parçalarının, demirlerin, betonların arasında ilerliyorum.
Sokağın yaşadığı felaketi görmeye gelen insanlar var etrafta. Kimi kendi
yıkıntısının içinde elini başının arasına almış oturuyor, kimi, bir kaç eşya
çıkarabilme gayretinde. Durup her evi tek tek incelemek istiyorum. Ama buna
vaktim yok. Bugün hiç bir yerde fazla kalmayacağım. Herkese geçmiş olsun
dileklerimi iletecek, durumlarını öğrenmeye çalışacak, mümkün olduğunca daha
fazla gerçekliğe şahitlik edecek ve geri döneceğim. Koca bir viraneyi bir güne
sığdırmam gerekiyor. Çok İnsan var etrafta ama neredeyse kimse konuşmuyor. Bir
tek geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar birbirlerine. “Allah sabır versin”
diyor biri. “Allah bir daha göstermesin” diyor öteki. Daha gençten
biri, tercümeyle “Allah kabul etmesin!” Anlamında bir cümle sarf
ediyor. Bu cümle memnuniyetsizliği ve kızgınlığı ifade ediyor. Duygunun dışa
vurumu için kullanılabilecek, terbiye edilmiş, özenle
seçilmiş cümlelerden biri. Herkes, tanısın tanımasın herkese iyi dileklerini
sunup yoluna devam ediyor. Ben de öyle yapıyorum.
Biraz sonra ilk
durağıma, bir akrabamın evine ulaşıyorum. Tandır ekmeği pişiriyorlar avluda.
Buram buram kokuyor. Beni içten ama cansız bir şekilde karşılıyorlar. Işıkları
sönmüş sanki gözlerinin. Evleri, fiziki olarak nispeten sağlam kalmış ama evin
içi kullanılamaz durumda. Biraz oturulabilir hale getirdikleri bir odaya
alıyorlar beni. “Eşyalarımız temiz değil maalesef. Kirletmişler her şeyi. Su
olsa yıkardık şimdiye kadar ama, henüz öyle bir imkanımız olmadı” diyor evin
hanımı. Öğlen yemeğine kalmam için zorluyorlar. Bunun imkansız olduğunu
anlatmaya çalışıyorum. Kahvaltıyla ikna edebiliyorum ancak. Sıcak tandır
ekmeğiyle birlikte geliyor kahvaltı. Bu sırada hızlıca bilgiler almaya
çalışıyorum. Evi gezdiriyorlar. Bir ahır gibi kullanıldığını görüyorum. İlk
yirmi gün ayrılmamışlardı zaten evlerinden. Görüşüyordum çünkü. “Biz gittikten
sonra kapıyı kırıp girmişler, kışlık erzaklarımızın da büyük çoğunluğunu
tüketmişler, yada kullanılamaz duruma getirmişler” diyorlar. Sonra hafif
gülerek “ zaten kış ta bitti, gerek kalmadı” diyorlar. Kim yapmış? diye
soruyorum. Anlamaya çalışıyorum sadece. “Gençlik yapılanması bizim bu tarafa
yönelmedi fazla. Baştan beri, zırhlı bir araç sokağa
hakim bir noktada konuşlanmıştı” diyorlar. Bir şeyler yedikten sonra kalkmak
istiyorum. “Sana bir kaç komşu evi gezdireyim” diyor evin erkeği. “Felaketin
boyutunu anlarsın belki.”
Yandaki eve geçiyoruz.
Ev sahibi dönmemiş henüz. Şehir dışına çıkmışlar. Evin kırık kapısı, hırsızlık
olmasın diye ilkel yöntemlerle bağlanmış. Olayların olmadığı bölgelerdeki
evlere de arama tarama işlemleri çerçevesinde kapılar kırılarak girilmiş.
Evdeki bütün eşyalar orta yerde duruyor. Bir odanın kapısını aralıyoruz. Sağda
bir ranza, karşıda bir yatak dolabı var. Dolabın kapıları açık. Kapının iç
yüzüne kırmızı renkli yazılar yazılmış. Okumaya çalışıyorum yazılanları.
Yarısında boğazım düğümleniyor. Yanımdaki erkek akrabam başını eğiyor önüne.
Bıçak saplansa kan akmayacak bizden. Aradan epey zaman geçiyor öyle. “Şuralarda
da ev halkına ait çamaşırlar asılmıştı. Kadınlar topladı hepsini” diyor kısık
bir sesle. Koridorun ilerisinde bir aynanın üstüne de yazılar yazılmış. Her
yere yazmışlar. Yazı mı demem lazım onu da bilmiyorum. Kelimeler çıkmıyor
ağzımdan, düğüm düğüm oluyorum. Ev halkı gelmeden bu yazıları da
silin lütfen diyebiliyorum ancak. Silinemiyorsa tahrip edin, okunmasın. Sonra
nasıl bakabilecekler birbirlerinin yüzüne. Çocukları nasıl okuyacak bu
cümleleri. Okurlarsa nasıl durabilecekler bu çatı altında. Bu mahallede, bu
şehirde. Hep bu nedenlerle yola düşmedi mi onlarca çocuk, onlarca genç.
Dağlara, bilinmezliklere, ölümlere, öldürmelere, şiddete, felakete sığınmadı mı
niceleri. Silin lütfen, silin...
Daha fazla ne
bakabilirim, ne de dolaşabilirim mahalleyi. Yarım bir vedayla ayrılıyorum
oradan. Başka bir adrese geçiyorum. Bu sokak fiziki olarak sağlam görünüyor.
Ama ev içleri dağıtılmış burada da. Ayrıca buz dolabı ve büyük ekranlı
televizyon kullanılamaz durumda. “Dipçikle vurmuşlar” diyorlar. Çıkıyorum yeniden.
Sokağa bırakıyorum kendimi.
Büyüdüğüm, hayallerle
süslediğim sokağıma geçmek istiyorum. Sırt sırta, yan yana onlarca
ev yapılmış son zamanlarda. O ferah mahalle şimdi boğuluyor
neredeyse. Evler çok değişmiş, bazıları neredeyse yere gömülmüş,
bazıları da yıkılarak çok katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Eskiden bizim olan
evi buluyorum. Yeni sahipleri yıkıp yeniden yapmışlardı. Üst katının tamamen
yandığını görüyorum. Sokakta yanan tek ev bu üstelik. Uzun uzun bakıyorum. Ben
ne hayaller, ne umutlar biriktirmiştim burada. Zamanında bu evin elden
çıkarılmasına karşı çıkmıştım. Satılmasaydı Cizre’ye dönecektim. Belki de ben
bu evde olurdum bu felaket gerçekleştiğinde. Hayatlarımız nasıl da ince bir ipe
bağlı. Nasıl da kırılgan her şey.
Biraz ötede kapının
önündeki sandalyesine oturmuş bir teyze görüyorum. Evet tanıyorum ben onu.
Annemin yarenlerinden biri. Kararlıyım zaten, bugün mümkün olduğunca daha çok
teyze göreceğim. Onlarla hasbıhal edeceğim. Etrafta bir çok yabancı simalı kişi
var. Fotoğraf çekiyor, viraneye dönmüş şehrin fiziki yıkıntılarını belgelemeye
çalışıyorlar. Oysa asıl yıkıntı teyzelerin, kadınların, çocukların yüreğinde.
Onlarla ilgilenen, onları dinlemeye gelen kimse yok. Herkes somut yıkımlarla
ilgileniyor. Bu yıkımları metalaştırarak ranta dönüştürmeye ayarlı çoğu kişi.
Bu halkın, iç dünyasındaki fırtınalar kimseyi ilgilendirmiyor. Getirisi yok
çünkü bu ilginin. Ben bugün daha çok teyzelerin
ve çocukların iç yıkıntılarıyla ilgileneceğim. Başarabilirsem
yüreklerine dokunacağım. Bin ah işitsem de hazırlıklıyım buna.
Teyzeye doğru ilerleyip
önünde duruyorum, halini soruyorum. Gözleri hafif kısılmış, yaşlılık yormuşa
benziyor. Tanıyınca ayağa kalkmaya çalışıyor, engel oluyorum, elini Öpüyorum.
Sesi buğulanıyor. Bütün acıları bir yana bırakıp annemi yad ediyor. Yakın bir
zamanda nasıl rüyasında gördüğünü ve sabah kalkar kalkmaz annemin “payı” diye
nasıl infakta bulunduğunu anlatıyor. Sonra kısa kısa olanı biteni özetliyor.
Seslenip diğer teyzelere haber salıyor. Haberi duyan kapıya çıkıyor. Hepsiyle
kısa kısa hasbıhal ediyorum. Yüzlerindeki acıyı tebessümle gizlemeye
çalışıyorlar. Herkes yaralı görünüyor.
Başka bir teyzeyi
soruyorum. Annemin en “sadık” yarenini. Nerede olduğunu henüz bilen yok. Henüz
her şey çok taze burada. Herkes kendi çemberinde dönüyor
şimdilik. Evlerinin tamamıyla yıkıldığını görüyorum. Yıkıntının
başına geçiyor, teyzeyi düşünüyorum. Şimdi burada olsa nasıl sarılacak ve
ağlayacaktı. Normal zamanlarda da hep yaşlıydı gözleri. Çok acıyan bir yüreği
vardı Onun. En büyük oğlunu “kaçakçılık” sırasında kaybettiğinde ben daha
çocuktum. Cesedine bile ulaşamamışlardı. O günden sonra yarı ölü gibi yaşadı.
Ne acılı bir coğrafya Ya Rabbi.
Vedalaşıp ayrılıyorum
oradan. İlerde, anne şefkatini hiç esirgemeyen çocukluğumun kahramanlarından
bir teyzeye daha uğrayacağım. Oldukça yaşlandığını ve kulaklarının az duyduğunu
görüyorum. Oturtuyor yanına. “Bir felaket yaşadık ki anlatılmaz” diyor.
“Güvenli bir bölgeye geçmeyi başardık ama üç ay boyunca bir ezan sesi bile
duyamadık. Hiç bir şeyimiz kalmadı. Evlerimizi önce hendek kazıcılar kullanmaya
başladı, ardından da müdahale edenler. Her şeyi yeniden elde etmeye
çalışıyoruz” diyor. Kaşla göz arasında bir sofra getiriyorlar önüme. Az önce
yedim diyemiyorum. Yemezsem incinirler çünkü, biliyorum. Çocukluk arkadaşım
olan oğlu, önüme gelenleri az bulmuş olacak ki, mahcup bir edayla açıklama
yapmaya çalışıyor. “Eşyaları yeni yeni temin etmeye çalışıyoruz.”
Çatal, kaşık aldık ama hala eksiklerimiz var, malzeme bulamıyoruz çünkü” diyor.
O konuştukça ben eziliyorum oysa. Bulamadığından ziyade, imkansızlıktan
olduğunu da biliyorum. Zaten zor geçiniyorlardı. Aylardır bir gelirleri yok.
Üstelik masrafları çoğaldı ve eldeki malzemeleri de kullanılamaz duruma gelmiş.
Zorla da olsa gönülleri kalmasın diye yemeye çalışıyorum. Bir yandan da
anlatmaya çalışıyorlar yaşadıklarını. Kimse gelip sormayınca içlerinde birikmiş
her şey. Bir çırpıda anlatmak istiyorlar. Her iki tarafı da “kusurlu”
buluyorlar. Kusur dan ötesini kullanmamayı öğrenmişler çünkü. Cümleleri nasıl
kullanmaları gerektiğini yaşayarak öğrenmişler. Ben bazen hamlık göstererek
daha iri ifadeler kullanmaya yelteniyorum. O muhteşem tecrübeleriyle
susuyorlar. Yorum yapmadan da duramıyorlar ama: “Hadi savaşıyorsunuz bunu
anladık ta evlerimizden ne istediniz onu anlamıyoruz” diyor tahsili okuma yazma
bilmekten ibaret olan arkadaşım. Çocuğun biri atlıyor; “ben hiç korkmadım,
silah sesi duyunca bodruma kaçtım ama korkmadım” diyor. Henüz ikinci
sınıf öğrencisi olan kız çocuğu ise; “her şeyimize el koyuyorlardı,
duvarımızı yıkıp komşu eve geçiyorlardı” diyor. “Yedi yaşındaki bir
çocuğun bilmesi, konuşması gereken şeyler mi bunlar” diye soruyor babası.
Buralar böyle biliyorum.
Erken büyüyor çocuklar. Küçücük bedenlerine koca duygular yüklüyorlar. Koca
koca cümleler kuruyorlar o yüzden. Biz de öyle değil miydik ? Hepimiz erken
büyümedik mi? Ama gene de bir kız çocuğunun yüreği için çok ağır cümleler
bunlar.
“Biz bu sıkıntıyı uzun
zamandır yaşıyoruz. Önce toplantılarla, onlarca kişiye yemek yapma sıralarıyla,
zorunlu sokak nöbetleriyle insanları sıkıntıya soktular. Sokaklara bombalar
yerleştirdiler, şimdi de her şeyimizi kaybettik” diyor evin gelini. Eşi sözü
ağzından alarak, “bana sorarsanız anlaşarak yaptılar bunu” diye yorumluyor olan
biteni. Susarak dinliyorum. Sessizlik başlayınca da izin istiyorum. Arkadaş
eşlik edebileceğini söylüyor ama ben nazikçe geri çeviriyorum. Yalnız gezmek
istiyorum çünkü. Her ne ile karşılaşacaksam, tek başıma göğüslemeliyim. Bu daha
hafif gelecek gibi görünüyor.
Sokağa çıkıyorum. Hemen
hiç çocuk yok sokakta. Normalde cıvıl cıvıl olan mahalle ölüm sessizliğinde
sanki. Az önce yanından geçtiğim camiye yöneliyorum. Caminin bahçe duvarında da
yazılar yazılmış, resimler çizilmiş. Orta yerde büyükçe üç tane hilal çizilmiş,
altında ve üstünde de: “ Rehber Kur’an, hedef Turan” diye yazmışlar.
Duvarlar üzerine
yazılmış onca yazıdan daha fazla yaralayıcı oluyor bu . Hiçbir şey, saldırıdan
muaf kalmamış burada. Aziz Kur’an bile alet edilmiş. Camiye girmeyi göze
alamıyorum. Onlarca anıyı barındıran bu mekanın içindeki tahribatı
kestiremiyorum. Zaten, biri moloz haline gelmiş, ikisi ciddi yara almış camiler
görmüştüm biraz önce. Dışarıdan bakınca burası sağlam görünüyor ama
içinden emin değilim. İçeri adım atmaya cesaret edemiyorum. Bari anılarım yara
almasın istiyorum.
Üzerinde çokça
konuşulan bodrum katın bulunduğu alana
yöneliyorum. Etrafında insanlar toplanmış birbirlerine bir şeyler
anlatıyorlar. iki zırhlı araç desteğindeki görevliler de “beklemeyin
burada” diyerek insanları uzaklaştırmaya çalışıyor. Tamamıyla
yıkılmış çok katlı bir kaç binanın yerinde enkazlar var. Bu evlerin hepsinin
sahiplerini tanıyorum. Hemen hepsiyle ilgili türlü anılar canlanıyor zihnimde.
İçinde onlarca kişinin yanarak can verdiği bodrum katı, yanık haliyle girilebilir
durumda. Kimileri merak edip içine de giriyor, birbirlerine bir şeyler
gösteriyorlar. Bense yaklaşamıyorum. Biraz ötede, bir arkadaşıma ait olan
yıkıntının önüne geliyorum. Normalde üç katlı bir bina burası. Tek kata dönmüş
durumda. Üst katta bir kapıdan geriye kalan parçalar sarkıyor aşağı doğru.
Duyarsızlaşmış gibiyim
artık. Gördüğüm her yeni yıkıntı, bir öncekini hızlıca arka plana itiyor. Şimdi
anlıyorum, insanların neden bu kadar soğuk kanlı durduklarını. Üst üste gelişen
felaketler, psikolojilerini alt üst etmiş, normal tepki gösteremiyorlar.
Bir akrabamın evinin
yakıldığını söylemişlerdi, bulamayınca destek istiyorum. Gelip beni
oraya götürüyorlar. Başkaları da var orada, evi inceliyorlar. Daha yeni
yapılmış bir bina burası. Kullanılamayacak durumda şimdi. Ön iki kolon
parçalanmış. Evin gerisi de yanmış durumda. “Yasak kalktıktan sonra evin
içindeki bir sandıktan bir cenaze çıkarıldı” diyor oradakilerden
biri. Kaçıp oraya sığınmış olmalı diyorlar. “Vücudunda hiç bir iz
yoktu. Ama kafası tamamıyla yanmıştı. Elbiseleri bile sağlamdı” diyor öteki.
Diğerleri de tasdik ediyorlar.” Nasıl bir silah ki bu?” diye soruyor biri orta
yere. Ama cevap veremiyor kimse.
Bense geride durmuş evi,
ev sahiplerini, mağduriyetlerini düşünüyorum. Bu aile üç nesil boyunca çok
acılar çekti. Siyasi olarak çok ön planda değillerdi. Ama aksilikler,
mağduriyetler bir türlü peşlerini bırakmadı. Küçük, büyük tüm aile, olağanüstü
acılarla yüzleşti. Bu sonuncusu da tamamıyla darmadağın edecek gibi görünüyor.
Daha fazlasını kaldıramayacağım
artık diyerek arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Herkesle kısa kısa ve ayrı
ayrı görüşmek, söylenecekleri birbirinden bağımsız dinlemek istiyorum.
İlk buluşmada arkadaşım,
yılların dostluğundan destek alarak açıyor içini. Hendek politikasını yürütenleri
şiddetle eleştiriyor. “Bizi, yüzyıldır tanıdığımız devletle yeniden
karşılaştırdılar. Devletin ceberrut yüzü ile yeniden yüzleşmek zorunda
değildik” diyor. Vedalaşarak diğer buluşmaya geçiyorum.
Kapıda, İstanbul
merkezli bir cemaate ait bir yardım kuruluşunun gönderdiği koliler var.
Arkadaş, bin civarında çocuk maması ve yüz adet 25 TL'lik market çeki
gönderdiklerini söylüyor. “Şimdiye kadar bütün yardım kuruluşlarının
gönderdikleri bunlardan ibaret. Ortalama 6-8 kişilik onlarca aile mağdur durumda
şu anda. 25 TL’lik çekleri nasıl veririm onlara. Ne işlerine yarayacak” diyor.
“Sonra bu işler böyle olmaz ki” diye ekliyor. Ne yapılmalıydı diye soruyorum.
“Herkes kendi derdiyle meşgul şu anda. Hiç kimse mağdurların derdiyle
ilgilenebilecek durumda değil. Yardım etmek isteyenlerin ciddi bir hazırlıkla,
ekipleriyle beraber gelip çalışma yapmaları gerekiyor “ diyor. Diğer bir
arkadaşım oldukça heyecanlı ve gergin. “Kimse bundan böyle bize kardeşlikten
bahsetmesin, biz kardeş falan değiliz” diyor.
Son görüşmemizdeki
arkadaş, süreçteki mağduriyetini ayrıntılı anlatıyor: “ilk yirmi gün evimizi
terk etmedik. Çatışma sesleri yaklaşınca çıkmak zorunda kaldık. Çıkarken aile
bireyleri olarak birbirimizle helalleştik. En küçük çocukları kucağımıza alarak
hızlı adımlarla çıktık. Kurşun ve çatışma sesleri eşliğinde bölgeyi terk ettik.
Kurşunlar dört bir yanımızda uçuşuyordu. Nasıl oldu, nasıl çıkabildik hâla
anlayabilmiş değilim” diyor. Vedalaşıyorum.
Şehrin nispeten güvenli
kısmında, gün bitmeden ziyaret etmem gereken bir teyze daha var. Annemin
müstesna dostlarından biri. Aynı zamanda arkadaşım da olan torunuyla buluşup
eve geçiyorum. Seccadesini dizine sarmış oturuyor odanın ortasında.
Oldukça yaşlanmış ama yüzündeki o nur hiç eksilmemiş. Kulakları da çok zor duyuyor.
Yıllar oldu görmeyeli. Torunu adımı söyleyince gözleri ışıl ışıl oluyor.
Oturuyorum yanına. “Biz hiç huzurlu bir gün yaşamadık bu dünyada, siz de
yaşamadınız. Duam o ki; çocuklarınız yaşasın. Bu ölümler son bulsun. Allah bu
ateşe bir su döksün” diyor.
Öbür mahalleler çok kötü
durumda diyorum. “Bir kısmını bir taraf tahrip etmiş, bir kısmını diğer taraf”
diyor torunu. Müdahale ediyor: “Savaş sokak aralarına geldikten
sonra, evlerin içine girdikten sonra, hangisinin nereyi tahrip ettiğinin bir
önemi kalmıyor. Bu savaş şehre hiç inmeyecekti. Bu insanlar, bu çocuklar, bu
savaşı birebir yaşamayacaktı” diyor. Eskiden de böyle bilgece konuşurdu. Gün
boyu aradığım cümleyi bulmuştum sanki. Artık gidebilirdim.
Güneş, Cizre semalarında
gittikçe sönükleşiyor, vedaya hazırlanıyordu. Benim de veda saatim gelmişti.
Hayır dualarını alarak ayrılıyorum oradan. Göremediğim akrabalarla da görüşüp,
sokağa çıkma yasağı başlamadan şehirden çıkmam gerekiyor. Saat yaklaştıkça
insanlarda bir telaş olacağını sanıyordum. Ama şehir oldukça yavaş hareket
ediyor. Kimsenin bir acelesi yok. Heyecanını kaybetmiş bu şehir. Karanlık
çöküyor ve ben son vedaları da yapıp, sabah başladığım yerden, mezarlıktan el
sallıyorum bu ışığını kaybetmiş şehre. Hayallerimin, umutlarımın yeşerdiği ve
fakat tutunamadığı şehrime. Sessizce terk ediyorum. Acıları, hüzünleri,
yıkılmaları, şehrin omuzunda bırakarak ayrılıyorum.
Sabah gördüğüm o dolaba
yazılmış yazı hâla beyin damarlarımı zorluyorken, son kelimelerimi bırakıyorum
şehrin gözyaşlarıyla ıslanmış çıkış kapısına: Yenildik hepimiz. Bütün
umutlarımızla, bütün hayallerimizle, bütün heyecanımızla, bütün koca koca
söylemlerimizle yenildik. En azından şimdilik, ruz-i mahşere kadar.