12 Eylül
darbesi olduğunda, henüz çocuk yaştaydım. Darbe günlerine ait ayrıntıları
hatırlamıyorum. Ancak sonraki dönemlerin çok ağır sonuçlarına şahidim.
Darbenin
getirileri ile ilk defa, okula başladığımda karşılaştım. Bildiğim tek dilin yasak
olduğunu, başka bir dil konuşmam gerektiğini, okula başlayınca anladım.
Böylece; İlk Türkçe kelimeleri okulda ve zorla öğrendim.
Aslında
akranlarıma göre daha “şanslı” sayılırdım. İlk öğretmenim aynı zamanda
hemşerimizdi. Bir kaç kelime konuştuktan sonra, hiçbir şey anlamadığımızı
farketmiş olacak ki; önce kapıdan dışarı bakmış, iyice kontrol ettikten sonra
da kapıyı kapatıp, yavaş bir ses tonuyla temel kelimeleri kürtçeye tercüme
ederek bizimle iletişim kurmayı başarmıştı.
Diğer
akranlarımın çoğu için durum çok farklıydı. Türkçe’yi kısa zamanda
sökemeyenlerin teneffüs aralarında bile “Cunta Öğretmenleri” tarafından inanılmaz
bir şiddete maruz kaldığına, bir çok arkadaşımın bu şiddet sırasında altını
ıslattığına çok şahit oldum.
Sonraki yıllar
da hep bu sürecin gölgesinde, bu sürecin etkileriyle geçti. Hemen herkesi
oldukça etkilemiş olsa da özellikle biz Kürt’ler için inanılmaz acıların kapısı
12 Eylül darbesiyle açılmıştı. Bu süreçte Diyarbakır hapishanesi isimli
cehennemin kapısından girenlerin hiçbiri için hayat eskisi gibi olmadı.
Götürülüp bir daha dönemeyenler, yıllar sonra döndüğünde inanılmaz işkence hikayelerini
anlatanlar olmuştu. Dehşete düşüren işkence yöntemlerine muhatap olanların
büyük çoğunluğu işkence seanslarından kurtulduktan sonra illegal yapılarla
iletişime geçmiş, soluğu dağlarda alarak silahlı mücadelenin büyümesini
sağlamıştı.
Kürt meselesi,
darbe marifetiyle gittikçe içinden çıkılmaz bir hal aldı. 12 eylül darbesi
itibariyle hiçbir şey hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Etkisi görece azaldığında
bile kalıcı rahatlamalar hiç mümkün olmadı. Kürt’ler açısından en temel mesele
olan Kürtçe konuşmanın resmiyette serbest olması bile yıllar aldı. Ancak bu
serbestlik hiçbir zaman doğal görülmedi. Bugün bile bir resmi kurumda Kürtçe
konuşmak çoğu zaman psikolojik baskıları beraberinde getiriyor.
Sonraki
yıllar, önceki acıların yol açtığı yeni acılar getirdi. Darbenin getirdikleri,
olağanüstü hal uygulamasıyla yeni bir boyut kazandı. Binlerce faili meçhul,
sokak ortasında iç savaş infazları, hayalete dönüşen şehirler hep bu sürecin
devamında gerçekleşti. Bugün bile o acı silsilesinin ürünleriyle boğuşmak
durumunda kalıyoruz.
Bütün bu
yaşadıklarımız sadece darbeyle açıklanamaz elbette. Ancak; darbe ortamı bütün
riskleri ortaya sermiş, biriken bütün meseleler acıya dönüşerek toplumu teslim
almıştı. İnsanların sağlıklı düşünebilmesi de, daha ağır sonuçlarla
karşılaşmamak için alternatifler geliştirmesi de imkansızlaşmıştı. Silahların
gölgesi, zihinsel aktiviteyi bertaraf etmişti çünkü.
Zaten
darbeler, zihinsel aktivitenin tehlike görülmesi üzerine hayat bulurlar.
Silahlı güçler, düşünme ortamını sevmezler. Buna müsaade de etmezler. Silahlar
ile düşünme yetisi aynı anda çalışmaz çünkü.
Bir bakıma “darbe
hukukunun” gölgesinde geçti bütün ömrümüz. 12 eylül darbesi hemen her kesime
bedeller ödetti. Kürtler olarak bizler de etnik aidiyetimizin bir bedeli
olduğunu öğrendik. Buna direndik şüphesiz. Ancak kabul etmek gerekiyor ki; çok
ağır bedeller ödendi.
Daha bu süreci
atlatmadan 28 Şubat postmodern darbesiyle karşılaştık. Henüz üniversite
öğrencisi genç ve heyecanlı bir “İslamcı”
olduğum bir dönemde, bir kabus gibi çöken bu darbeyi anlatmaya gerek yok
zaten. “Bin yıl sürer” denilen 28
şubatın görece geride kalmasına rağmen, etkilerinin bir çok alanda diri
durduğunu görmek için çok çaba sarfetmek te gerekmiyor.
Darbe günleri,
hayatın her alanında insanların inançlarından ötürü acımasız uygulamalarla
karşı karşıya kaldığı zamanlardı. Bu sefer de, İnancımızın da bir bedeli
olduğunu yeni bir darbeyle öğreniyorduk. Şükür ki buna da direndik. Ağır
bedeller verenlerimiz oldu. Hala bedel ödemeye devam edenler var. 28 Şubat
darbe hukukuyla yargılanarak içeri atılan onlarca insan anlamsız bir şekilde
içerde tutuluyor hala.
Darbelerden
önce, her şeyin çok güzel olduğunu iddia ediyor değilim. Bütün olumsuzlukların
sebebinin darbeciler olduğunu da söylemiyorum. Ben; darbelerden sonra, her şeyin
çok daha kötü olduğundan bahsediyorum. Verilen bütün bedellere rağmen, elde
edilen kazanımların, yada iadelerin, verilen bedelleri karşılamadığını, darbe
öncesi duruma bile gelinemediğini görmek gerektiğini söylüyorum.
Her iki darbe
süreci öğretti ki; darbeler getirdiklerini köklü halde bırakıyor. Bütün değişim
çabalarına rağmen, ağır bir tortu kalıyor.
15 Temmuz 2016
günü yeni bir darbe girişimi haberlerini görünce, başa döndüm sanki. Karmaşık
duygular sardı beni. Kendimi sokağa
attım bir süre sonra. Yaşadığım her iki darbe sürecini, hayatımın bütün
bakiyesinin büyük sorumluları olan o ağır dönemleri geçirdim gözümün önünden.
12 Eylül ve 28
Şubat darbelerinin her biri çoğunlukla bir aidiyetimi hedef almıştı. Bu darbe
girişimi ise başarıya ulaşırsa eğer, aynı anda her iki aidiyetimi de hedef
alacaktı. Hayır, elbette ki normal şartlarda her şey yolunda değildi. Ama darbe
sonrası her şeyin çok daha kötü olacağından emindim.
Mevcut Siyasi
İktidarın yanlış gördüğümüz
uygulamalarını eleştirebiliriz.
Bir çok mesele de farklı düşünüyor olabiliriz. Daha iyi, daha güzel
günler için alternatifler sunabiliriz. Bunu yapmayı bir görev olarak ta
görmeliyiz aslında. Ancak uygulamalara itiraz geliştirmek başka şey, darbelere,
cebir kullananlara sessiz kalmak başka şeydir.
Kaldı ki;
darbeye kalkışan yapının 90 ‘lı Yıllarda Kürt illerinde yaşanan hukuksuzluklar
konusunda da, 28 Şubat sonrası geliştirilen insafsız tavır konusunda da masum
olmadığını öteden beri düşünüyordum. Hakeza Kürt meselesinin çözümsüzlüğe
sürüklenmesinde, son dönemde yaşanan trajedilerde de söz konusu yapı ve
uzantılarının aktif olduğunu düşünüyordum. Yaşadıklarımızı yeniden tecrübe
etmeye gerek yoktu. Yeni felaketlere fırsat verilmemeliydi.
Kendimi
meydanda bulduğumda insanlar meydanı doldurmaya başlamıştı bile. Her geçen
dakika da kalabalıklaşıyordu. Kimin ne yaptığıyla, meseleye hangi taraftan
baktığıyla ilgilenmedim. Belki başka zaman olsa, bu ortama uzaktan yakından
ilgi duymazdım. Mesela özellikle kimi eski
İslamcıların bu vesileyle sistemin sahte kutsallarını nasıl
sahiplendiklerini, daha düne kadar eleştirdikleri bir çok şeyi nasıl canla
haykırdıklarını görüp kahrolmamak mümkün değildi. Aslında “sap ile saman”
birbirine karışmıştı. Bu duruş “İslamcılık” için bir yenilgi, bir teslimiyet
olarak ta görülebilirdi. Ama şu anda darbe meselesine odaklıydım. Darbenin
hedefine uşlaşmaması tek başına büyük bir kazanım olacaktı. Dolayısıyla
meydandaki hiçbir şeyden rahatsızlık duymadım. Farklı renklerle aynı meydanda
aynı şeye odaklanmış olmak çok önemliydi.
Saniyeler dakikalara,
dakikakalar saatlere dönüştü. O gece nasıl sabah oldu bilmiyorum. Devletin en
tepesinin, Cumhurbaşkanı’nın, kendileri için riskli, ama aynı zamanda isabetli
dik duruşu ve özellikle İstanbul ve Ankara’daki halkın o muhteşem direnişi
memeleketi yeni bir felaketin eşiğinden çeviren en önemli etkenler oldu. Tankların
önüne yatanlar, silahlara rağmen tankların, panzerlerin üstüne çıkanlar,
kurşunların üzerine üzerine yürüyenler, gecenin isimsiz kahramanları oldu.
Aslında şahit
olduğumuz başka bir şey daha vardı o gece. Halkın “yalınayak” çocukları büyük
bir bilgelik ve cesaretle kendi iradelerine sahip çıkmak için ölüme atlarken; “çok
başarılı”, “çok zeki”, “çok kalifiye” ve “ansiklopedik bilgisi çok kalabalık”
olanlar, insanları gözlerini kırpmadan öldürebilecek kadar canavarlaşabilmişti.
Bizler;
özellikle “İslamcı” damardan gelenler; söz konusu ekibin elebaşlarının nasıl
zalimleşebileceğini çok önceden biliyorduk. Doğrusu, özellikle Kürt illerindeki
uygulamalarda bu ekibin başat rolünün de farkındaydık. Ancak bunu uzun bir süre iyi niyetli insanlara,
devlet yetkililerine anlatmak pek mümkün olmadı. Bu kalkışmayla, halkın,
toplumun, dahası kendilerine inanan ahalinin de bu gerçeği görmesi mümkün oldu.
Bütün bir toplum; gariban halkın zeki, başarılı ve “iyi niyetli” çocuklarının
bu güruhun elinde nasıl canavara dönüştürüldüğünü canlı yayında izledi.
Şükür ki,
geceyi sabaha deviren saatler de, bu gözü dönmüş yapının başarılı
olamayacağının emareleri görünmeye başladı. Darbeye karşı, “minik” bir duruş
gösterebilenlere ilahi bir lütuf olarak sabahı gördük yeniden. Doğru bildiğimiz
bir duruş adına bir adım atmış olmanın bereketini gördük hepimiz.
Bu duruşu
genelleştirmek ve gelenekselleştirmek durumundayız. Daha sağlıklı yarınlar inşa
edebilmek için olabildiğince sivil alanlar oluşturmalıyız. Verimli ve üretken
olmak için sivil siyasetin önünü kapatacak her türlü girişimi mahkum etmeliyiz.
Unutmamalıyız ki; Toplumsal toparlanma sadece sivil aktörlerle mümkündür.
Darbe
dönemlerinde verimli olamazsınız. Elinde silah olan biri ile konuşamazsınız. Elindeki
silahını meydana süren bir muhatabınız varsa zihinsel birikimlerinizi meydana
süremezsiniz. Silah varken, namlunun
gölgesi varken, hiçbir konuda bir adım yol alamazsınız. Zaten darbeler
öncelikle zihinleri, yürekleri ve ilkeleri hedef alıyor. O nedenle de kimden
gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın darbeye karşı durmak gerekir. Mesele
tek başına nettir. Darbe kötüdür. Kötü olana karşı durmak en önemli ilkelerden
olmaldır.
Şu halde bu
ilkeyi yeniden ve ısrarla ve çekinmeden ve kimsenin dudak bükmesine aldırış
etmeden, yeniden ve yüksek sesle dillendirmeliyiz. Darbe kötüdür. Kötü olana
karşı durmak erdemdir. Bunu her zaman tekrar etmeliyiz. Her yerde ve her
şartta.
Çünkü iyi olana destek vermek ve kötü olanın
karşısında durmak erdemli olmanın gereğidir.
Erdemli
olanlara selam olsun.