22 Temmuz 2016 Cuma

Darbelere Direnmek


12 Eylül darbesi olduğunda, henüz çocuk yaştaydım. Darbe günlerine ait ayrıntıları hatırlamıyorum. Ancak sonraki dönemlerin çok ağır sonuçlarına şahidim.

Darbenin getirileri ile ilk defa, okula başladığımda karşılaştım. Bildiğim tek dilin yasak olduğunu, başka bir dil konuşmam gerektiğini, okula başlayınca anladım. Böylece; İlk Türkçe kelimeleri okulda ve zorla öğrendim.

Aslında akranlarıma göre daha “şanslı” sayılırdım. İlk öğretmenim aynı zamanda hemşerimizdi. Bir kaç kelime konuştuktan sonra, hiçbir şey anlamadığımızı farketmiş olacak ki; önce kapıdan dışarı bakmış, iyice kontrol ettikten sonra da kapıyı kapatıp, yavaş bir ses tonuyla temel kelimeleri kürtçeye tercüme ederek bizimle iletişim kurmayı başarmıştı.

Diğer akranlarımın çoğu için durum çok farklıydı. Türkçe’yi kısa zamanda sökemeyenlerin teneffüs aralarında bile “Cunta Öğretmenleri” tarafından inanılmaz bir şiddete maruz kaldığına, bir çok arkadaşımın bu şiddet sırasında altını ıslattığına çok şahit oldum.

Sonraki yıllar da hep bu sürecin gölgesinde, bu sürecin etkileriyle geçti. Hemen herkesi oldukça etkilemiş olsa da özellikle biz Kürt’ler için inanılmaz acıların kapısı 12 Eylül darbesiyle açılmıştı. Bu süreçte Diyarbakır hapishanesi isimli cehennemin kapısından girenlerin hiçbiri için hayat eskisi gibi olmadı. Götürülüp bir daha dönemeyenler, yıllar sonra döndüğünde inanılmaz işkence hikayelerini anlatanlar olmuştu. Dehşete düşüren işkence yöntemlerine muhatap olanların büyük çoğunluğu işkence seanslarından kurtulduktan sonra illegal yapılarla iletişime geçmiş, soluğu dağlarda alarak silahlı mücadelenin büyümesini sağlamıştı.

Kürt meselesi, darbe marifetiyle gittikçe içinden çıkılmaz bir hal aldı. 12 eylül darbesi itibariyle hiçbir şey hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Etkisi görece azaldığında bile kalıcı rahatlamalar hiç mümkün olmadı. Kürt’ler açısından en temel mesele olan Kürtçe konuşmanın resmiyette serbest olması bile yıllar aldı. Ancak bu serbestlik hiçbir zaman doğal görülmedi. Bugün bile bir resmi kurumda Kürtçe konuşmak çoğu zaman psikolojik baskıları beraberinde getiriyor.

Sonraki yıllar, önceki acıların yol açtığı yeni acılar getirdi. Darbenin getirdikleri, olağanüstü hal uygulamasıyla yeni bir boyut kazandı. Binlerce faili meçhul, sokak ortasında iç savaş infazları, hayalete dönüşen şehirler hep bu sürecin devamında gerçekleşti. Bugün bile o acı silsilesinin ürünleriyle boğuşmak durumunda kalıyoruz.

Bütün bu yaşadıklarımız sadece darbeyle açıklanamaz elbette. Ancak; darbe ortamı bütün riskleri ortaya sermiş, biriken bütün meseleler acıya dönüşerek toplumu teslim almıştı. İnsanların sağlıklı düşünebilmesi de, daha ağır sonuçlarla karşılaşmamak için alternatifler geliştirmesi de imkansızlaşmıştı. Silahların gölgesi, zihinsel aktiviteyi bertaraf etmişti çünkü.

Zaten darbeler, zihinsel aktivitenin tehlike görülmesi üzerine hayat bulurlar. Silahlı güçler, düşünme ortamını sevmezler. Buna müsaade de etmezler. Silahlar ile düşünme yetisi aynı anda çalışmaz çünkü.

Bir bakıma “darbe hukukunun” gölgesinde geçti bütün ömrümüz. 12 eylül darbesi hemen her kesime bedeller ödetti. Kürtler olarak bizler de etnik aidiyetimizin bir bedeli olduğunu öğrendik. Buna direndik şüphesiz. Ancak kabul etmek gerekiyor ki; çok ağır bedeller ödendi.

Daha bu süreci atlatmadan 28 Şubat postmodern darbesiyle karşılaştık. Henüz üniversite öğrencisi genç ve heyecanlı bir “İslamcı”   olduğum bir dönemde, bir kabus gibi çöken bu darbeyi anlatmaya gerek yok zaten.  “Bin yıl sürer” denilen 28 şubatın görece geride kalmasına rağmen, etkilerinin bir çok alanda diri durduğunu görmek için çok çaba sarfetmek te gerekmiyor.

Darbe günleri, hayatın her alanında insanların inançlarından ötürü acımasız uygulamalarla karşı karşıya kaldığı zamanlardı. Bu sefer de, İnancımızın da bir bedeli olduğunu yeni bir darbeyle öğreniyorduk. Şükür ki buna da direndik. Ağır bedeller verenlerimiz oldu. Hala bedel ödemeye devam edenler var. 28 Şubat darbe hukukuyla yargılanarak içeri atılan onlarca insan anlamsız bir şekilde içerde tutuluyor hala.

Darbelerden önce, her şeyin çok güzel olduğunu iddia ediyor değilim. Bütün olumsuzlukların sebebinin darbeciler olduğunu da söylemiyorum. Ben; darbelerden sonra, her şeyin çok daha kötü olduğundan bahsediyorum. Verilen bütün bedellere rağmen, elde edilen kazanımların, yada iadelerin, verilen bedelleri karşılamadığını, darbe öncesi duruma bile gelinemediğini görmek gerektiğini söylüyorum.  

Her iki darbe süreci öğretti ki; darbeler getirdiklerini köklü halde bırakıyor. Bütün değişim çabalarına rağmen, ağır bir tortu kalıyor.

15 Temmuz 2016 günü yeni bir darbe girişimi haberlerini görünce, başa döndüm sanki. Karmaşık duygular sardı beni.  Kendimi sokağa attım bir süre sonra. Yaşadığım her iki darbe sürecini, hayatımın bütün bakiyesinin büyük sorumluları olan o ağır dönemleri geçirdim gözümün önünden.

12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin her biri çoğunlukla bir aidiyetimi hedef almıştı. Bu darbe girişimi ise başarıya ulaşırsa eğer, aynı anda her iki aidiyetimi de hedef alacaktı. Hayır, elbette ki normal şartlarda her şey yolunda değildi. Ama darbe sonrası her şeyin çok daha kötü olacağından emindim.

Mevcut Siyasi İktidarın yanlış gördüğümüz  uygulamalarını eleştirebiliriz.  Bir çok mesele de farklı düşünüyor olabiliriz. Daha iyi, daha güzel günler için alternatifler sunabiliriz. Bunu yapmayı bir görev olarak ta görmeliyiz aslında. Ancak uygulamalara itiraz geliştirmek başka şey, darbelere, cebir kullananlara sessiz kalmak başka şeydir.

Kaldı ki; darbeye kalkışan yapının 90 ‘lı Yıllarda Kürt illerinde yaşanan hukuksuzluklar konusunda da, 28 Şubat sonrası geliştirilen insafsız tavır konusunda da masum olmadığını öteden beri düşünüyordum. Hakeza Kürt meselesinin çözümsüzlüğe sürüklenmesinde, son dönemde yaşanan trajedilerde de söz konusu yapı ve uzantılarının aktif olduğunu düşünüyordum. Yaşadıklarımızı yeniden tecrübe etmeye gerek yoktu. Yeni felaketlere fırsat verilmemeliydi.

Kendimi meydanda bulduğumda insanlar meydanı doldurmaya başlamıştı bile. Her geçen dakika da kalabalıklaşıyordu. Kimin ne yaptığıyla, meseleye hangi taraftan baktığıyla ilgilenmedim. Belki başka zaman olsa, bu ortama uzaktan yakından ilgi duymazdım. Mesela özellikle kimi eski  İslamcıların bu vesileyle sistemin sahte kutsallarını nasıl sahiplendiklerini, daha düne kadar eleştirdikleri bir çok şeyi nasıl canla haykırdıklarını görüp kahrolmamak mümkün değildi. Aslında “sap ile saman” birbirine karışmıştı. Bu duruş “İslamcılık” için bir yenilgi, bir teslimiyet olarak ta görülebilirdi. Ama şu anda darbe meselesine odaklıydım. Darbenin hedefine uşlaşmaması tek başına büyük bir kazanım olacaktı. Dolayısıyla meydandaki hiçbir şeyden rahatsızlık duymadım. Farklı renklerle aynı meydanda aynı şeye odaklanmış olmak çok önemliydi.

Saniyeler dakikalara, dakikakalar saatlere dönüştü. O gece nasıl sabah oldu bilmiyorum. Devletin en tepesinin, Cumhurbaşkanı’nın, kendileri için riskli, ama aynı zamanda isabetli dik duruşu ve özellikle İstanbul ve Ankara’daki halkın o muhteşem direnişi memeleketi yeni bir felaketin eşiğinden çeviren en önemli etkenler oldu. Tankların önüne yatanlar, silahlara rağmen tankların, panzerlerin üstüne çıkanlar, kurşunların üzerine üzerine yürüyenler, gecenin isimsiz kahramanları oldu.

Aslında şahit olduğumuz başka bir şey daha vardı o gece. Halkın “yalınayak” çocukları büyük bir bilgelik ve cesaretle kendi iradelerine sahip çıkmak için ölüme atlarken; “çok başarılı”, “çok zeki”, “çok kalifiye” ve “ansiklopedik bilgisi çok kalabalık” olanlar, insanları gözlerini kırpmadan öldürebilecek kadar canavarlaşabilmişti.

Bizler; özellikle “İslamcı” damardan gelenler; söz konusu ekibin elebaşlarının nasıl zalimleşebileceğini çok önceden biliyorduk. Doğrusu, özellikle Kürt illerindeki uygulamalarda bu ekibin başat rolünün de farkındaydık. Ancak  bunu uzun bir süre iyi niyetli insanlara, devlet yetkililerine anlatmak pek mümkün olmadı. Bu kalkışmayla, halkın, toplumun, dahası kendilerine inanan ahalinin de bu gerçeği görmesi mümkün oldu. Bütün bir toplum; gariban halkın zeki, başarılı ve “iyi niyetli” çocuklarının bu güruhun elinde nasıl canavara dönüştürüldüğünü canlı yayında izledi.

Şükür ki, geceyi sabaha deviren saatler de, bu gözü dönmüş yapının başarılı olamayacağının emareleri görünmeye başladı. Darbeye karşı, “minik” bir duruş gösterebilenlere ilahi bir lütuf olarak sabahı gördük yeniden. Doğru bildiğimiz bir duruş adına bir adım atmış olmanın bereketini gördük hepimiz.

Bu duruşu genelleştirmek ve gelenekselleştirmek durumundayız. Daha sağlıklı yarınlar inşa edebilmek için olabildiğince sivil alanlar oluşturmalıyız. Verimli ve üretken olmak için sivil siyasetin önünü kapatacak her türlü girişimi mahkum etmeliyiz. Unutmamalıyız ki; Toplumsal toparlanma sadece sivil aktörlerle mümkündür.

Darbe dönemlerinde verimli olamazsınız. Elinde silah olan biri ile konuşamazsınız. Elindeki silahını meydana süren bir muhatabınız varsa zihinsel birikimlerinizi meydana süremezsiniz.  Silah varken, namlunun gölgesi varken, hiçbir konuda bir adım yol alamazsınız. Zaten darbeler öncelikle zihinleri, yürekleri ve ilkeleri hedef alıyor. O nedenle de kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın darbeye karşı durmak gerekir. Mesele tek başına nettir. Darbe kötüdür. Kötü olana karşı durmak en önemli ilkelerden olmaldır.

Şu halde bu ilkeyi yeniden ve ısrarla ve çekinmeden ve kimsenin dudak bükmesine aldırış etmeden, yeniden ve yüksek sesle dillendirmeliyiz. Darbe kötüdür. Kötü olana karşı durmak erdemdir. Bunu her zaman tekrar etmeliyiz. Her yerde ve her şartta.

Çünkü  iyi olana destek vermek ve kötü olanın karşısında durmak erdemli olmanın gereğidir.

Erdemli olanlara selam olsun.

15 Mart 2016 Salı

Cizre’nin Gözyaşları



Sabahın ilk ışıklarıyla Cizre’ye iniyorum. Her gelişimde yaptığım gibi önce otogarın yanındaki mezarlığa uğrayacağım. Annemi hatırlayacağım uzun uzun. Pek kimse görünmüyor ortalıkta. Normal zamanlarda sürekli birileri olur mezarlıkta. Kimi yeni ölmüş bir ölüsünün mezarı başında ağlar, kimi Kur’an okur, kimi de mezarın etrafıyla ilgilenir. Ama şimdi uzakta görülen birkaç kadın dışında kimse yok. Otları gereğinden fazla uzamış mezarlığın. İlerleyince hafif bir ıslaklık sarıyor ayaklarımı. Normalde bu kadar uzamaz bu otlar. Belli ki kaç zamandır kimse ilgilenememiş burayla. Bir şehrin sahipsizliği ilk mezarlıkta gösterir kendini. Annemin yanı başında çok yönlü bir duygu yoğunluğunun girişindeyim şimdi. Sessiz bir muhabbet sürdürüyorum bir süre. Daha sonra mezarlarla vedalaşarak başlıyorum güne. Yolun karşısında, bir sokağa giriyorum ve başlıyor yolculuğum.


Sağlı sollu, yarısı yıkılmış, yanmış evler, çökmüş binalar var.  Moloz yığını her taraf. Cizre’ye mi geldim? Bu sokaklar benim tanıdığım sokaklar mı gerçekten?  Bildiğimden çok farklı bir manzara var burada. Molozların, eşya parçalarının, demirlerin, betonların arasında ilerliyorum. Sokağın yaşadığı felaketi görmeye gelen insanlar var etrafta. Kimi kendi yıkıntısının içinde elini başının arasına almış oturuyor, kimi, bir kaç eşya çıkarabilme gayretinde. Durup her evi tek tek incelemek istiyorum. Ama buna vaktim yok. Bugün hiç bir yerde fazla kalmayacağım. Herkese geçmiş olsun dileklerimi iletecek, durumlarını öğrenmeye çalışacak, mümkün olduğunca daha fazla gerçekliğe şahitlik edecek ve geri döneceğim. Koca bir viraneyi bir güne sığdırmam gerekiyor. Çok İnsan var etrafta ama neredeyse kimse konuşmuyor. Bir tek geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar birbirlerine. “Allah sabır versin” diyor biri. “Allah bir daha göstermesin” diyor öteki. Daha gençten biri,  tercümeyle “Allah kabul etmesin!” Anlamında bir cümle sarf ediyor. Bu cümle memnuniyetsizliği ve kızgınlığı ifade ediyor. Duygunun dışa vurumu için kullanılabilecek,  terbiye edilmiş, özenle seçilmiş  cümlelerden biri. Herkes, tanısın tanımasın herkese iyi dileklerini sunup yoluna  devam ediyor. Ben de öyle yapıyorum.


Biraz sonra ilk durağıma, bir akrabamın evine ulaşıyorum. Tandır ekmeği pişiriyorlar avluda. Buram buram kokuyor. Beni içten ama cansız bir şekilde karşılıyorlar. Işıkları sönmüş sanki gözlerinin. Evleri, fiziki olarak nispeten sağlam kalmış ama evin içi kullanılamaz durumda. Biraz oturulabilir hale getirdikleri bir odaya alıyorlar beni. “Eşyalarımız temiz değil maalesef. Kirletmişler her şeyi. Su olsa yıkardık şimdiye kadar ama, henüz öyle bir imkanımız olmadı” diyor evin hanımı. Öğlen yemeğine kalmam için zorluyorlar. Bunun imkansız olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Kahvaltıyla ikna edebiliyorum ancak. Sıcak tandır ekmeğiyle birlikte geliyor kahvaltı. Bu sırada hızlıca bilgiler almaya çalışıyorum. Evi gezdiriyorlar. Bir ahır gibi kullanıldığını görüyorum. İlk yirmi gün ayrılmamışlardı zaten evlerinden. Görüşüyordum çünkü. “Biz gittikten sonra kapıyı kırıp girmişler, kışlık erzaklarımızın da büyük çoğunluğunu tüketmişler, yada kullanılamaz duruma getirmişler” diyorlar. Sonra hafif gülerek “ zaten kış ta bitti, gerek kalmadı” diyorlar. Kim yapmış? diye soruyorum. Anlamaya çalışıyorum sadece. “Gençlik yapılanması bizim bu tarafa yönelmedi fazla. Baştan beri,  zırhlı bir  araç sokağa hakim bir noktada konuşlanmıştı” diyorlar. Bir şeyler yedikten sonra kalkmak istiyorum. “Sana bir kaç komşu evi gezdireyim” diyor evin erkeği. “Felaketin boyutunu anlarsın belki.”


Yandaki eve geçiyoruz. Ev sahibi dönmemiş henüz. Şehir dışına çıkmışlar. Evin kırık kapısı, hırsızlık olmasın diye ilkel yöntemlerle bağlanmış. Olayların olmadığı bölgelerdeki evlere de arama tarama işlemleri çerçevesinde kapılar kırılarak girilmiş. Evdeki bütün eşyalar orta yerde duruyor. Bir odanın kapısını aralıyoruz. Sağda bir ranza, karşıda bir yatak dolabı var. Dolabın kapıları açık. Kapının iç yüzüne kırmızı renkli yazılar yazılmış. Okumaya çalışıyorum yazılanları. Yarısında boğazım düğümleniyor. Yanımdaki erkek akrabam başını eğiyor önüne. Bıçak saplansa kan akmayacak bizden. Aradan epey zaman geçiyor öyle. “Şuralarda da ev halkına ait çamaşırlar asılmıştı. Kadınlar topladı hepsini” diyor kısık bir sesle. Koridorun ilerisinde bir aynanın üstüne de yazılar yazılmış. Her yere yazmışlar. Yazı mı demem lazım onu da bilmiyorum. Kelimeler çıkmıyor ağzımdan, düğüm düğüm oluyorum.  Ev halkı gelmeden bu yazıları da silin lütfen diyebiliyorum ancak. Silinemiyorsa tahrip edin, okunmasın. Sonra nasıl bakabilecekler birbirlerinin yüzüne. Çocukları nasıl okuyacak bu cümleleri. Okurlarsa nasıl durabilecekler bu çatı altında. Bu mahallede, bu şehirde. Hep bu nedenlerle yola düşmedi mi onlarca çocuk, onlarca genç. Dağlara, bilinmezliklere, ölümlere, öldürmelere, şiddete, felakete sığınmadı mı niceleri. Silin lütfen, silin...


Daha fazla ne bakabilirim, ne de dolaşabilirim mahalleyi. Yarım bir vedayla ayrılıyorum oradan. Başka bir adrese geçiyorum. Bu sokak fiziki olarak sağlam görünüyor. Ama ev içleri dağıtılmış burada da. Ayrıca buz dolabı ve büyük ekranlı televizyon kullanılamaz durumda. “Dipçikle vurmuşlar” diyorlar. Çıkıyorum yeniden. Sokağa bırakıyorum kendimi.


Büyüdüğüm, hayallerle süslediğim sokağıma geçmek istiyorum. Sırt sırta, yan yana  onlarca ev yapılmış son zamanlarda. O ferah mahalle şimdi boğuluyor neredeyse.  Evler çok değişmiş, bazıları neredeyse yere gömülmüş, bazıları da yıkılarak çok katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Eskiden bizim olan evi buluyorum. Yeni sahipleri yıkıp yeniden yapmışlardı. Üst katının tamamen yandığını görüyorum. Sokakta yanan tek ev bu üstelik. Uzun uzun bakıyorum. Ben ne hayaller, ne umutlar biriktirmiştim burada. Zamanında bu evin elden çıkarılmasına karşı çıkmıştım. Satılmasaydı Cizre’ye dönecektim. Belki de ben bu evde olurdum bu felaket gerçekleştiğinde. Hayatlarımız nasıl da ince bir ipe bağlı. Nasıl da kırılgan her şey.


Biraz ötede kapının önündeki sandalyesine oturmuş bir teyze görüyorum. Evet tanıyorum ben onu. Annemin yarenlerinden biri. Kararlıyım zaten, bugün mümkün olduğunca daha çok teyze göreceğim. Onlarla hasbıhal edeceğim. Etrafta bir çok yabancı simalı kişi var. Fotoğraf çekiyor, viraneye dönmüş şehrin fiziki yıkıntılarını belgelemeye çalışıyorlar. Oysa asıl yıkıntı teyzelerin, kadınların, çocukların yüreğinde. Onlarla ilgilenen, onları dinlemeye gelen kimse yok. Herkes somut yıkımlarla ilgileniyor. Bu yıkımları metalaştırarak ranta dönüştürmeye ayarlı çoğu kişi. Bu halkın, iç dünyasındaki fırtınalar kimseyi ilgilendirmiyor. Getirisi yok çünkü bu ilginin.  Ben  bugün daha çok teyzelerin ve  çocukların iç yıkıntılarıyla ilgileneceğim. Başarabilirsem yüreklerine dokunacağım. Bin ah işitsem de hazırlıklıyım buna.


Teyzeye doğru ilerleyip önünde duruyorum, halini soruyorum. Gözleri hafif kısılmış, yaşlılık yormuşa benziyor. Tanıyınca ayağa kalkmaya çalışıyor, engel oluyorum, elini Öpüyorum. Sesi buğulanıyor. Bütün acıları bir yana bırakıp annemi yad ediyor. Yakın bir zamanda nasıl rüyasında gördüğünü ve sabah kalkar kalkmaz annemin “payı” diye nasıl infakta bulunduğunu anlatıyor. Sonra kısa kısa olanı biteni özetliyor. Seslenip diğer teyzelere haber salıyor. Haberi duyan kapıya çıkıyor. Hepsiyle kısa kısa hasbıhal ediyorum.  Yüzlerindeki acıyı tebessümle gizlemeye çalışıyorlar. Herkes yaralı görünüyor.


Başka bir teyzeyi soruyorum. Annemin en “sadık” yarenini. Nerede olduğunu henüz bilen yok. Henüz her şey çok taze burada. Herkes kendi çemberinde dönüyor şimdilik.  Evlerinin tamamıyla yıkıldığını görüyorum. Yıkıntının başına geçiyor, teyzeyi düşünüyorum. Şimdi burada olsa nasıl sarılacak ve ağlayacaktı. Normal zamanlarda da hep yaşlıydı gözleri. Çok acıyan bir yüreği vardı Onun. En büyük oğlunu “kaçakçılık” sırasında kaybettiğinde ben daha çocuktum. Cesedine bile ulaşamamışlardı. O günden sonra yarı ölü gibi yaşadı. Ne acılı bir coğrafya Ya Rabbi.


Vedalaşıp ayrılıyorum oradan. İlerde, anne şefkatini hiç esirgemeyen çocukluğumun kahramanlarından bir teyzeye daha uğrayacağım. Oldukça yaşlandığını ve kulaklarının az duyduğunu görüyorum. Oturtuyor yanına. “Bir felaket yaşadık ki anlatılmaz” diyor. “Güvenli bir bölgeye geçmeyi başardık ama üç ay boyunca bir ezan sesi bile duyamadık. Hiç bir şeyimiz kalmadı. Evlerimizi önce hendek kazıcılar kullanmaya başladı, ardından da müdahale edenler. Her şeyi yeniden elde etmeye çalışıyoruz” diyor. Kaşla göz arasında bir sofra getiriyorlar önüme. Az önce yedim diyemiyorum. Yemezsem incinirler çünkü, biliyorum. Çocukluk arkadaşım olan oğlu, önüme gelenleri az bulmuş olacak ki, mahcup bir edayla açıklama yapmaya çalışıyor.  “Eşyaları yeni yeni temin etmeye çalışıyoruz.” Çatal, kaşık aldık ama hala eksiklerimiz var, malzeme bulamıyoruz çünkü” diyor. O konuştukça ben eziliyorum oysa. Bulamadığından ziyade, imkansızlıktan olduğunu da biliyorum. Zaten zor geçiniyorlardı. Aylardır bir gelirleri yok. Üstelik masrafları çoğaldı ve eldeki malzemeleri de kullanılamaz duruma gelmiş. Zorla da olsa gönülleri kalmasın diye yemeye çalışıyorum. Bir yandan da anlatmaya çalışıyorlar yaşadıklarını. Kimse gelip sormayınca içlerinde birikmiş her şey. Bir çırpıda anlatmak istiyorlar. Her iki tarafı da “kusurlu” buluyorlar. Kusur dan ötesini kullanmamayı öğrenmişler çünkü. Cümleleri nasıl kullanmaları gerektiğini yaşayarak öğrenmişler. Ben bazen hamlık göstererek daha iri ifadeler kullanmaya yelteniyorum. O muhteşem tecrübeleriyle susuyorlar. Yorum yapmadan da duramıyorlar ama: “Hadi savaşıyorsunuz bunu anladık ta evlerimizden ne istediniz onu anlamıyoruz” diyor tahsili okuma yazma bilmekten ibaret olan arkadaşım. Çocuğun biri atlıyor; “ben hiç korkmadım, silah sesi duyunca bodruma kaçtım ama korkmadım” diyor.  Henüz ikinci sınıf öğrencisi olan kız çocuğu ise;  “her şeyimize el koyuyorlardı, duvarımızı yıkıp komşu eve geçiyorlardı” diyor.  “Yedi yaşındaki bir çocuğun bilmesi, konuşması gereken şeyler mi bunlar” diye soruyor babası.


Buralar böyle biliyorum. Erken büyüyor çocuklar. Küçücük bedenlerine koca duygular yüklüyorlar. Koca koca cümleler kuruyorlar o yüzden. Biz de öyle değil miydik ? Hepimiz erken büyümedik mi? Ama gene de bir kız çocuğunun yüreği için çok ağır cümleler bunlar.


“Biz bu sıkıntıyı uzun zamandır yaşıyoruz. Önce toplantılarla, onlarca kişiye yemek yapma sıralarıyla, zorunlu sokak nöbetleriyle insanları sıkıntıya soktular. Sokaklara bombalar yerleştirdiler, şimdi de her şeyimizi kaybettik” diyor evin gelini. Eşi sözü ağzından alarak, “bana sorarsanız anlaşarak yaptılar bunu” diye yorumluyor olan biteni. Susarak dinliyorum. Sessizlik başlayınca da izin istiyorum. Arkadaş eşlik edebileceğini söylüyor ama ben nazikçe geri çeviriyorum. Yalnız gezmek istiyorum çünkü. Her ne ile karşılaşacaksam, tek başıma göğüslemeliyim. Bu daha hafif gelecek gibi görünüyor.


Sokağa çıkıyorum. Hemen hiç çocuk yok sokakta. Normalde cıvıl cıvıl olan mahalle ölüm sessizliğinde sanki. Az önce yanından geçtiğim camiye yöneliyorum. Caminin bahçe duvarında da yazılar yazılmış, resimler çizilmiş. Orta yerde büyükçe üç tane hilal çizilmiş, altında ve üstünde de: “ Rehber Kur’an, hedef Turan” diye yazmışlar.


Duvarlar üzerine yazılmış onca yazıdan daha fazla yaralayıcı oluyor bu . Hiçbir şey, saldırıdan muaf kalmamış burada. Aziz Kur’an bile alet edilmiş. Camiye girmeyi göze alamıyorum. Onlarca anıyı barındıran bu mekanın içindeki tahribatı kestiremiyorum. Zaten, biri moloz haline gelmiş, ikisi ciddi yara almış camiler görmüştüm biraz önce.  Dışarıdan bakınca burası sağlam görünüyor ama içinden emin değilim. İçeri adım atmaya cesaret edemiyorum. Bari anılarım yara almasın istiyorum.


Üzerinde çokça konuşulan  bodrum katın bulunduğu alana yöneliyorum.  Etrafında insanlar toplanmış birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. iki zırhlı araç desteğindeki görevliler de  “beklemeyin burada” diyerek insanları  uzaklaştırmaya çalışıyor. Tamamıyla yıkılmış çok katlı bir kaç binanın yerinde enkazlar var. Bu evlerin hepsinin sahiplerini tanıyorum. Hemen hepsiyle ilgili türlü anılar canlanıyor zihnimde. İçinde onlarca kişinin yanarak can verdiği bodrum katı, yanık haliyle girilebilir durumda. Kimileri merak edip içine de giriyor, birbirlerine bir şeyler gösteriyorlar. Bense yaklaşamıyorum. Biraz ötede, bir arkadaşıma ait olan yıkıntının önüne geliyorum. Normalde üç katlı bir bina burası. Tek kata dönmüş durumda. Üst katta bir kapıdan geriye kalan parçalar sarkıyor aşağı doğru.


Duyarsızlaşmış gibiyim artık. Gördüğüm her yeni yıkıntı, bir öncekini hızlıca arka plana itiyor. Şimdi anlıyorum, insanların neden bu kadar soğuk kanlı durduklarını. Üst üste gelişen felaketler, psikolojilerini alt üst etmiş, normal tepki gösteremiyorlar.


Bir akrabamın evinin yakıldığını söylemişlerdi, bulamayınca destek istiyorum.  Gelip beni oraya götürüyorlar. Başkaları da var orada, evi inceliyorlar. Daha yeni yapılmış bir bina burası. Kullanılamayacak durumda şimdi. Ön iki kolon parçalanmış. Evin gerisi de yanmış durumda. “Yasak kalktıktan sonra evin içindeki bir sandıktan bir cenaze çıkarıldı” diyor oradakilerden biri.  Kaçıp oraya sığınmış olmalı diyorlar. “Vücudunda hiç bir iz yoktu. Ama kafası tamamıyla yanmıştı. Elbiseleri bile sağlamdı” diyor öteki. Diğerleri de tasdik ediyorlar.” Nasıl bir silah ki bu?” diye soruyor biri orta yere. Ama cevap veremiyor kimse.


Bense geride durmuş evi, ev sahiplerini, mağduriyetlerini düşünüyorum. Bu aile üç nesil boyunca çok acılar çekti. Siyasi olarak çok ön planda değillerdi. Ama aksilikler, mağduriyetler bir türlü peşlerini bırakmadı. Küçük, büyük tüm aile, olağanüstü acılarla yüzleşti. Bu sonuncusu da tamamıyla darmadağın edecek gibi görünüyor.


Daha fazlasını kaldıramayacağım artık diyerek arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Herkesle kısa kısa ve ayrı ayrı görüşmek, söylenecekleri birbirinden bağımsız dinlemek istiyorum.


İlk buluşmada arkadaşım, yılların dostluğundan destek alarak açıyor içini. Hendek politikasını yürütenleri şiddetle eleştiriyor. “Bizi, yüzyıldır tanıdığımız devletle yeniden karşılaştırdılar. Devletin ceberrut yüzü ile yeniden yüzleşmek zorunda değildik” diyor.  Vedalaşarak diğer buluşmaya geçiyorum.


Kapıda, İstanbul merkezli bir cemaate ait bir yardım kuruluşunun gönderdiği koliler var. Arkadaş, bin civarında çocuk maması ve yüz adet 25 TL'lik market çeki gönderdiklerini söylüyor. “Şimdiye kadar bütün yardım kuruluşlarının gönderdikleri bunlardan ibaret. Ortalama 6-8 kişilik onlarca aile mağdur durumda şu anda. 25 TL’lik çekleri nasıl veririm onlara. Ne işlerine yarayacak” diyor. “Sonra bu işler böyle olmaz ki” diye ekliyor. Ne yapılmalıydı diye soruyorum. “Herkes kendi derdiyle meşgul şu anda. Hiç kimse mağdurların derdiyle ilgilenebilecek durumda değil. Yardım etmek isteyenlerin ciddi bir hazırlıkla, ekipleriyle beraber gelip çalışma yapmaları gerekiyor “ diyor. Diğer bir arkadaşım oldukça heyecanlı ve gergin. “Kimse bundan böyle bize kardeşlikten bahsetmesin, biz kardeş falan değiliz” diyor.


Son görüşmemizdeki arkadaş, süreçteki mağduriyetini ayrıntılı anlatıyor: “ilk yirmi gün evimizi terk etmedik. Çatışma sesleri yaklaşınca çıkmak zorunda kaldık. Çıkarken aile bireyleri olarak birbirimizle helalleştik. En küçük çocukları kucağımıza alarak hızlı adımlarla çıktık. Kurşun ve çatışma sesleri eşliğinde bölgeyi terk ettik. Kurşunlar dört bir yanımızda uçuşuyordu. Nasıl oldu, nasıl çıkabildik hâla anlayabilmiş değilim” diyor. Vedalaşıyorum.


Şehrin nispeten güvenli kısmında, gün bitmeden ziyaret etmem gereken bir teyze daha var. Annemin müstesna dostlarından biri. Aynı zamanda arkadaşım da olan torunuyla buluşup eve geçiyorum.  Seccadesini dizine sarmış oturuyor odanın ortasında. Oldukça yaşlanmış ama yüzündeki o nur hiç eksilmemiş. Kulakları da çok zor duyuyor. Yıllar oldu görmeyeli. Torunu adımı söyleyince gözleri ışıl ışıl oluyor. Oturuyorum yanına. “Biz hiç huzurlu bir gün yaşamadık bu dünyada, siz de yaşamadınız. Duam o ki; çocuklarınız yaşasın. Bu ölümler son bulsun. Allah bu ateşe bir su döksün” diyor.


Öbür mahalleler çok kötü durumda diyorum. “Bir kısmını bir taraf tahrip etmiş, bir kısmını diğer taraf” diyor torunu. Müdahale ediyor:  “Savaş sokak aralarına geldikten sonra, evlerin içine girdikten sonra, hangisinin nereyi tahrip ettiğinin bir önemi kalmıyor. Bu savaş şehre hiç inmeyecekti. Bu insanlar, bu çocuklar, bu savaşı birebir yaşamayacaktı” diyor. Eskiden de böyle bilgece konuşurdu. Gün boyu aradığım cümleyi bulmuştum sanki. Artık gidebilirdim.


Güneş, Cizre semalarında gittikçe sönükleşiyor, vedaya hazırlanıyordu. Benim de veda saatim gelmişti. Hayır dualarını alarak ayrılıyorum oradan. Göremediğim akrabalarla da görüşüp, sokağa çıkma yasağı başlamadan şehirden çıkmam gerekiyor. Saat yaklaştıkça insanlarda bir telaş olacağını sanıyordum. Ama şehir oldukça yavaş hareket ediyor. Kimsenin bir acelesi yok. Heyecanını kaybetmiş bu şehir. Karanlık çöküyor ve ben son vedaları da yapıp, sabah başladığım yerden, mezarlıktan el sallıyorum bu ışığını kaybetmiş şehre. Hayallerimin, umutlarımın yeşerdiği ve fakat tutunamadığı şehrime. Sessizce terk ediyorum. Acıları, hüzünleri, yıkılmaları, şehrin omuzunda bırakarak ayrılıyorum.


Sabah gördüğüm o dolaba yazılmış yazı hâla beyin damarlarımı zorluyorken, son kelimelerimi bırakıyorum şehrin gözyaşlarıyla ıslanmış çıkış kapısına: Yenildik hepimiz. Bütün umutlarımızla, bütün hayallerimizle, bütün heyecanımızla, bütün koca koca söylemlerimizle yenildik. En azından şimdilik, ruz-i mahşere kadar.

4 Mart 2016 Cuma

Özgün Çabalar Gerek


Kuzey Kürdistan’da, hayata Müslümanca bakan çevreler açısından sosyal hayatın her alanında mevcut olan temsiliyet sorunu bir türlü aşılamıyor. Bu nedenle de, her gün dozunu gittikçe artıran can yakıcı olaylara müdahale imkânı oluşmuyor.  Sağlıklı bir üst yapı ortaya çıkarmak amacıyla bir çok çaba ortaya konulmuşsa da bugüne kadar elle tutulur bir oluşum ortaya çıkarılabilmiş değildir. Kimi girişimler, ya henüz yolun başında iken akamete uğramış, ya da yola çıktıktan bir süre sonra başka yapıların güdümüne girerek, kendilerine bağlanan umutları tüketmişlerdir.

Bölgenin son zamanlarda yaşadığı trajediden de anlaşıldığı gibi; her alanda kökleri bölgede olan, gizli ajandaları olmayan, mütedeyyin çevrelerin etkin hareket edebileceği, kucaklayıcı ve  örgütlü yeni yapılara ihtiyaç var. Bu ihtiyacın bir an önce giderilmesi gerekiyor. Dahası Kürdistan siyasetinin içine düştüğü çıkmazın aşılması ve viraneye dönmüş  günlük hayatın yeniden normalleşme sürecine girmesi için inisiyatif alınmalıdır. Organize çalışmalarla, günlük hayata yansıyan olumsuzluklara müdahale edilmelidir.

Bu coğrafya, belkide tarihinin en ağır, en zorlu günlerini yaşıyor. Şehirler yerle bir edilirken, insanlar can havliyle yuvalarını terk etmek durumunda kalıyor. Bir yanda ideolojik saplantılarıyla savaşı yuvaların içine çekmekten çekinmeyen bir örgütün, diğer yanda devletin klasik reflekslerini hayata geçiren müdahil güçlerin marifetiyle, onarılmaz  yıkımlar yaşanıyor. Ne yazık ki; böyle bir ortamda bile hayata Müslümanca bakan çevrelerin kendi namına söyleyebilecekleri üç-beş cümleden, ortaya koyabilecekleri organize bir tavırdan söz edemiyoruz.

Hal böyle olunca da, eli kalem tutan, zihni fikir üreten münevverlerimizin, emeği hayata hayat katan gönlü geniş fedakarlarımızın bütün emekleri “başkalarının” hanesine yazılmaya, ikincil alanlarda tüketilmeye devam ediyor.

Bölge, sivil toplum tecrübesi olarak ciddi bir birikime sahip olmasına rağmen, var olan örgütler, yeterince “yerli” olamadıkları ve kendilerine dar kalıplar oluşturdukları için her gün yeni sorunlarla karşılaşmaktadır. Olağanüstü acıların yaşandığı, insanların yersiz yurtsuz kaldığı bu günlerde bile,  mütedeyyin yapıların sağlıklı bilgi üretebilecekleri bir enformasyon ağına sahip olmadıkları görülüyor. Aynı şekilde, her türlü yaşamsal malzemeye ihtiyaç hisseden mağdurların yardımına koşacak bir yardım kurumundan da söz edemiyoruz. Hakeza siyasi gelişmeleri yorumlayabilecek ve inisiyatif alabilecek örgüt-cemaat-hizip mantığından bağımsız bir üst siyasi yapı da oluşturulabilmiş değil.

Bu kadar edilgen yapıların bölgenin geleceğini şekillendirmede söz sahibi olması beklenmemelidir.  Bu kadar yoksun ve etkisiz olan yapıların sayısal olarak var olmaları ya da olmamaları arasında bir fark yoktur.

Cizre’nin, Sur’un, Silopi’nin, İdil’in, Nusaybin’in ve daha bir çok yerin yaşadığı trajediyi sadece savaşan taraflar üzerinden yorumlayıp, kenara çekilmek sorumluluktan kaçmaktan başka bir şey olmasa gerek. Şehirleri, insanları, onları  felakete sürükleyen her iki gücün insafına bırakmanın bir gerekçesi yoktur.

Benzer şekilde sivil toplum adına yapılabilecekleri, İstanbul merkezli kimi küresel kurumların “pragmatist vicdanlarına” bırakmanın hiçbir açıklaması olamaz. Görülüyor ki; dünyanın dört bir yanındaki ihtiyaç sahipleri için seferber olan söz konusu kuruluşların, Cizre’nin, Sur’un, İdil’in Silopi’nin mağdurları için kayda değer bir projeleri yok. Evlerini can havliyle terk edip civar köy ve ilçelere sığınanlar için doyurucu bir çalışma yapma gereği duymadıkları da ortadadır.  Mağdur halkın, bu kurumların adeta “ dostlar alışverişte görsün” tarzı etkinliklerine muhtaç halde bırakılmasının bir açıklaması yoktur. Bugüne kadar İstanbul merkezli yapıların gölgesinde heba edilen enerjinin, bölgeye, bölge insanına, bölgedeki sorunların çözümüne bir katkısının olmadığı, olmayacağı görülmelidir.

Aynı şekilde, bölgeden sağlıklı, vicdanlı haberler almak için , savaşan tarafların, yanlı yayınlarına bağımlı kalmanın da bir izahı yoktur. Her iki tarafın da mağduriyetler üzerinden “rant” devşirdiği, her acının taraflar açısından ancak bir “meta” değeri taşıdığı görülüyor.

Kuzey Kürdistan’da iddia sahibi ve hayata Müslümanca bakan çevrelerin, sorumluluk hissi taşıyanların bir an önce, her alanda inisiyatif almak için programlı yoğun ve aşamalı çabalara yönelmesi gerekiyor.

Bu anlamda; iletişim imkanlarından en iyi şekilde yararlanabilmek için haber, yorum ve fikir üretebilen profesyonel internet sayfalarının sayısı çoğaltılmalı, sağlıklı bir haber ağı oluşturulmalıdır. Mümkün olan en kısa zamanda günlük veya haftalık bir basılı yayın, bir gazete imkanı sağlanmalıdır. Çatışmacı yaklaşımlardan uzak, bireysel ve grupsal ikbal hesapları yapmayacak, ilkeli, özgür ve özgün bir siyasi yapının temelleri atılmalıdır. Bu siyasi yapıdan kasıt, kimi yapılara rakip bir parti/oluşum ortaya çıkarmak değildir. Asıl maksat, güncel politik tartışmalardan uzak, Kuzey Kürdistan’ın kronikleşen problemlerinin çözümü için çaba sarf edecek, donanımlı ve yerli bir yapının ortaya çıkarılmasıdır.

Bölgenin, bölge meselelerinin başka merkezlerdeki kuruluşlar için kayda değer bir öneminin olmadığı, olmayacağı görülmelidir. Bölge merkezli yapılar “kendi göbeğini kesebilme” becerisini gösterebilmelidir. Bir şekilde bölge ile ilişkili her birey, her oluşum, kişisel ve cemaatsel çıkar ve hesaplardan uzak, sorumluluk bilinciyle, elini taşın altına koyabilmelidir.  Olayların seyrinde, coğrafyanın ve tahribata uğramış insanlarının her yönüyle yeniden inşâsında söz sahibi olma sorumluluğu her birimizin omuzundadır.

Şu açıkça görülmelidir ki; zamanında inisiyatif alınabilseydi bu kadar trajedi yaşanmayabilirdi. En azından sonuçlar bu kadar ağır olmayabilirdi. Sivil halk bu kadar ağır acıyla, bu kadar ağır mağduriyetle mücadele etmek zorunda kalmayabilirdi.

Kürdistan Coğrafyasının  gittikçe çetrefilleşen sorunları, kısa bir süre içinde nihai bir çözüme kavuşacak gibi görünmüyor. Sağlıklı, nitelikli, birikimli, derinlikli, uzun soluklu, ufku açık çabalar ortaya koymak gerekiyor. Güçlü ve kalıcı yapılar ortaya çıkarabilmeyi, yeni sözler söyleyebilmeyi, halkı rehabilite edecek adımlar atabilmeyi başarabilmeliyiz.
Mevcut aktörler için bir “meta” görevi gören bölge halkının, temel insani yaşam standardına ulaşması için en büyük sorumluluk şüphesiz ki; farkındalığı yüksek olanların omuzundadır, hepimizin omuzundadır. Eğer bu sorumluluğu yüklenip  gereğini yapamazsak, hepimiz, her gün yeni bedeller ödemeye devam edeceğiz.