Aydınlanma sonrası, İslam dünyasının karşılaştığı, düşünsel ve fiziksel saldırılara, her türlü işgal çabalarına karşı ortaya çıkan, özellikle Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın isimleriyle bütünleşen İslamcılık akımı bir klas duruşu, bir soylu direnişi ifade eder. Mevcut yönetimlerin acizliği, basiretsizliği, yer yer ihaneti karşısında aksiyon adamlarının ve bir kısım Alimin önderliğinde ondukuzuncu yüzyılın sonları itibariyle kendisini hissettirmiştir. Yirminci yüzyıl boyunca geliştirilen bütün mühendislik çalışmaları, özelde orta doğuda oluşturulan kukla yönetimler bu akımın hareket sahasının gelişmesini tetiklemiş, esaslı bir muhalefet ortamını hazırlamıştır. Bütün olumsuzluk ve amatörlüklere rağmen bir gelenek oluşturabilmiş, hemen her yerde zulmün, sömürünün karşısına çıkmış, mazlumlara umut olmuştur. Özellikle Mısırda Hasan El Benna ve Seyyid Kutup, İran’da imam Humeyni önderliğinde sıkı bir muhalefet geliştirmiş, İran’da bir devrim gerçekleştirirken, diğer bölgelerde önemli bir tabana ulaşarak muhalefetini ileriye taşımayı başarmıştır. Farklı coğrafyalardaki hareketlerin karakterleri, ait olduğu toplumlara göre hassasiyetleri, yöntemleri farklı olsa da hepsi aslında aynı endişenin ürünüdürler. Farklı söylemler ve yaklaşımlarla ortaya çıkmalarına rağmen, temel hedefleri inandıkları İslam anlayışının kitlelere ulaşmasını sağlamak, siyasi sonuçlar elde etmek ve en nihayetinde bir İslam Birliği oluşturmak olduğundan, tümünü İslamcı hareketler olarak değerlendirebiliriz.
Yerel renkler ve özel durumlar, bu hareketlerin yöntemlerini, bakış açılarını ve İslamcılık anlayışına yükledikleri anlamı çok fazla etkilemiş, geliştirdikleri metotların temel felsefesini oluşturmuştur. Bu nedenledir ki; Pakistan-Afganistan-Filistin kökenli hareketler daha çok silahlı mücadeleyi öncelerken, İran hareketi korumacı ve savunmacı bir tarz geliştirmiş, Mısır hareketi İrşad merkezli olmuş, Tunus hareketi daha çok batılı terimleri kullanmayı öncelemiştir.
Süreç içerisinde hemen bütün hareketler özgün yaklaşımlardan uzaklaşmışlardır. Bugünden bakıldığında ne İran’daki hareket devrim öncesindeki dinamiklerine sahip, ne de İhvan ve diğerleri hala aynı ilkeli çizgide devam etmektedirler. Görünen O ki, söz konusu hareketlerin çoğunda mezhebi ve Ulusal kaygılar gün geçtikçe ön plana çıkmıştır. Buda bu hareketlerin İslamcılık ruhundan uzaklaştığının göstergesidir.
11 Eylül saldırıları sonrasında, şiddet yanlısı anlayışlar ile sistem içi tebliğe dayalı anlayışlar arasındaki görüş farklılıkları iyice netleşmiş, hareketler birbirinden uzaklaşarak kendi yöntemleri çerçevesinde ilerleyerek durumlarına uygun bir fıkıh geliştirmişlerdir. Silahlı Mücadeleyi benimseyen gruplar, Küresel bir silahlı mücadele başlatırken, Sistem içi çalışmayı tercih eden gruplar gittikçe merkeze yakınlaşmış, içinde bulundukları ulus devletlerin gündemine teslim olmuşlardır. Özgün bakış açıları geliştirmek yerine Modern dünyanın dilini kullanmaya başlamışlardır. Bu nedenle de bugüne dair evrensel söylemler geliştirmekten uzaklaşmış, bugünün toplumlarının entelektüel yapısına, zihinlerine bir katkı sunamamışlardır. Kendilerine tanınan ulusal ve uluslar arası imkânlar çerçevesinde düşünmeye başlamış, Modern Ulus Devlet anlayışı ile İslamcılık anlayışını sentezlemeye çalışmışlardır. Bu alandaki çalışmalara, göreceli başarılara gıpta ile yaklaşmışlardır. Öyle ki bazıları, Türkiye’deki Ak Parti pratiğini kendilerine örnek aldıklarını yüksek sesle dillendirmekten çekinmemişlerdir.
Türkiye’de ise İslamcılık; Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında kendini hissettirmiş, ancak Özellikle Şeyh Said kıyamı sonrasında uygulanan ağır baskılar karşısında erimiş, 1950’lere sahneden uzak kalmıştır. Bu süreçte yer yer illegal faaliyetler yürütülse de, kayda değer bir çalışmadan bahsetmek çok zordur. Olağanüstü baskı ortamında eskiye özlem ile başlayan süreç, zaten milli karakteri içinde bulunduran yerli İslamcılık anlayışını taşıyan bir kısım çevrelerin Osmanlı’yı özlemelerine, geleneğe daha çok sarılmalarına ortam hazırlamıştır. Çok partili sisteme geçiş ile birlikte söz konusu çevreler, sağ partilerin kendilerine açtığı kanaldan yürüyerek, bu partilere eklemlenmişlerdir. Bu durum bir süre sonra bu yapılanmaların önemli bir kısmını tamamıyla Milliyetçi-Mukaddesatçı bir çizgiye getirmiştir. Aynı dönemlerde gerek Mısır’da gerek İran’da İslamcı güçler rejimlere zor anlar yaşatmakta olsa da, Türkiye’li çevreler çoğunlukla, sisteme entegre olmuş, sağcılaşmışlardır. Öyle ki; solcu gruplara karşı, tamamıyla milliyetçi reflekslerle geliştirilen söylemlere bu çevrelerin desteğiyle İslami kılıflar uydurulmuş, böylece duyarlı insanların İslam’dan uzaklaşarak sol gruplara sempati duymalarına ortam hazırlamışlardır. Bu tür kaymalara prim vermeyen çok az sayıdaki çevre ve bireyler de çok etkin olamamışlardır. İşin ilginç tarafı aynı dönemde, Mısırda Seyyid Kutup, İslam’ın sosyal adaletini ön plana çıkararak sol söylemin alanını daraltırken, İran’da Rejime karşı bir Solcu-İslamcı ittifakı ortaya çıkıyordu.
1979 İran zaferi sürecinde devrim, öncesi ve sonrasında her yerde olduğu gibi Türkiye’de de etkisini göstermiş, bir zamandır çıkış yolu arayan İslamcı Muhalefet yeniden ortaya çıkmıştır. Daha çok modern eğitim kurumlarında yetişmiş bireylerin omuzladığı Yeni İslamcılık, bu süreçte İnanılmaz bir entelektüel çalışma ve aksiyon süreci başlatmış, çok kısa sürede bir İslamcı muhalefetten söz edilmeye başlanmıştır. Ancak ne yazık ki bu atılım, fazla sürmemiş, 28 Şubat süreciyle de, sahneden çekilmiştir.
Bu süreçten sonra Türkiye’deki İslamcı damarın gittikçe yeniden Muhafazakârlaştığı, geleneksel yapılara yaklaştığı görülmektedir. Yerli İslamcılık özellikle Ak Parti süreciyle açılan kanallardan akmaya başlamış, verilen imkânları “heba etmeden” sistemin merkezine doğru ilerlemiştir.
Çok az bir kesimi saymazsak bugün için Türkiye’de esaslı bir İslamcılıktan bahsetmek çok zordur. Gelinen noktada çoğunluk muhafazakârlaşmış durumdadır. Oysa Muhafazakârlık ve İslamcılık birbirinden çok ayrı iki anlayıştır. Çok gariptir ki; kendisini “Muhafazakâr Demokrat” olarak tanımlayan bir siyasi partinin umut olduğunu düşünen sözüm ona “İslamcı” birçok şahsiyetle karşılaşmak mümkündür. Buradaki çelişki, İslamcı akımların Muhafazakâr bir partinin açtığı kanallardan yol alma isteğinde değil, muhafazakârlığı içselleştirmelerindedir. Fırsatları değerlendirerek verilen imkânları kullanmak ve açılan kanallarda yol almak başka bir şey, bu kanallarda yürürken ana temanın rengini almak, gittikçe muhafazakârlaşarak özden uzaklaşmak başka bir şeydir. Gerek yerel, gerek evrensel meselelerin hemen hepsinde Muhafazakâr Demokrat hükümetin gösterdiği refleksleri göstermeye başlayan bir anlayışın, İslamcılık olarak anlaşılmaya başlanması, her şeyden önce bu düşünce adına endişe vericidir.
İnsanlığın ana yaşam damarını kaybettiği, siyasi, ahlaki, medeni bütün değerlerin, değer kaybına uğradığı böyle bir dönemde, ayakları yere basan, Naslara muhatap olmanın anlamını kavrayan, dünü ve bugünü Kitabın kurallarına göre yorumlayabilen, yarını öngörebilen, delikanlı bir İslamcılık anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır. Yeryüzü yeniden dirilişin ve direnişin destanlarını yaşamak için nice zamandır beklemededir ve bu ancak; klas bir İslami/İslamcı direnişle, dirilişle mümkün olabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder