24 Ekim 2012 Çarşamba

Köleleşen Zihinler ve Hak İsteme Onuru

Ulus Devlet projesinin en kötü örneklerinden biri olan Türkiye’de egemen güçler değişse de sistemin köklerine kazınan duygu,  beyin damarlarına işlenen mantık değişmemektedir.  Dönemlerin değişmesi, iktidarların el değiştirmesi, hatta ciddi sanılan muhaliflerin iş başına gelmesi bile ana paradigmayı etkilememekte, bir zihinsel değişim gerçekleşmemektedir. Değişen tek şey; sistemin kutsallarını yüceltmek için üretilen gerekçeler ve bu kutsalları korumak için kullanılan literatürlerdir.  Modern ulus devleti yönetmek için iş başına gelenler, sistemi bütün kokuşmuş kurumlarıyla, bütün sahte kutsallarıyla, bütün gerici, yoz hassasiyetleriyle koruma görevlerini büyük bir huşu ile yapmaktadırlar.  Bu anlamda Kemalistlerin, faşist duygular taşıyanların, ya da muhafazakâr çevrelerin, iktidarda iken gösterdikleri refleksler ne yazık ki çok büyük benzerlikler göstermektedir. Kemalist bir siyasi yapı klasik laiklik ve ilericilik ifadelerini kullanarak sistemin ana ilkelerini kutsarken,  Milliyetçi reflekslerle iş başına gelen çevreler, şanlı tarih, necip millet, kutsal devlet sloganlarıyla aynı hassasiyeti göstermektedirler.
Ne gariptir ki; dünün İslamcılığından bugünün muhafazakârlığına evrilen yeni iktidar sahipleri de, köhnemiş sistemi kurtarmak, yeniden umut olmasını sağlamak ve dahası, sistemin işlediği bütün günahları tekrar edebilmesinin önünü açabilecek kanallara hayat vermek için İslami literatürü kullanmaktan çekinmiyorlar. Söz konusu iktidar sahipleri; özellikle Kürt meselesi, Kürt Halkının temel hakları söz konusu olduğunda, Laik Devletin üniter yapısını korumak adına İslami söylemleri devreye sokabiliyorlar.
Muhafazakâr iktidar sahipleri, bir yandan bir kısım Kürtlerin geçmişte veya  günümüzde bağlı oldukları inanç sistemlerini, Zerdüştlüğü ve Yezidiliği kötülerken, durdukları yerin, yücelttikleri devletin, katı Laik bir sistemler bütünü olmasından rahatsız görünmüyorlar. Diğer yandan da Kürtlerin sistem içi çözüm arayışlarının bir parçası olan anadilde eğitim gibi taleplerini, şeytanın vesvesesi olarak ilan ederken, kurtarıcılığına soyundukları sistemin, ne denli zulümlere imza attığını ne denli şeytanın vesveselerine teslim olduğunu görmezden geliyorlar.
Zihinsel kölelik yaşayanlar, geçirdikleri değişime uğramayanları aşağılayarak, kuruldukları merkezde kalıcı olmanın hesaplarını yapabiliyorlar. Zihinlerini, yıllarca düşman bildikleri sisteme teslim edenler, muhalefet dilini kullanan herkesi, ihanetle, bozgunculukla, şeytana uymakla suçlayabiliyorlar. Bir yandan laik düzenlerini her yerde överken, diğer yandan da, farklı inançlara hakaret edebiliyorlar.
Bilinmesi gerekir ki; laik bir sistemin penceresinden inançlara bakmak, inançları tasnif etmek, övmek ya da yermek, Müslümanca bir davranış değildir. Aynı şekilde bilinmelidir ki; anadili özgürce kullanmayı talep etmek, Şeytana uymak değil bir İlahi vergiyi talep etmektir. Anadilde eğitimi talep etmek, onuruna sahip çıkmaktır. Aidiyetlerine sahip çıkmaktır. Asıl Şeytani olan, şeytana uymanın sonucu olan, katı Ulus Devlet normlarında ısrar etmektir. Bir halkın öz değerlerine kısıtlama getirme hakkını kendinde görmek, Şeytanın kibirli mantığını örnek almaktır. Kendini üstün görmektir.  Dünyanın her neresinde olursa olsun, bir İlahi bağışı yasaklamak, engellemek, kısıtlamak zulümdür. Zulüm ise şeytanidir, Şeytana uymaktır.
 İslami kavramların bu denli pervasızca kullanılmasına, heva ve heveslerin kontrolüne verilmesine, İslami hassasiyeti olduğu düşünülen çevrelerin tepkisiz kalması, gerekli ve yeterli itirazların geliştirilmemesi, üzerinde durulması gereken acı bir durumdur. Unutulmamalıdır ki; İslam’a ait kavramların tersyüz edilmesine sessiz kalanlar, ağır vebalden kurtulamayacaklardır. Aziz İslam’a ait söylemlerin, laik sistemin bekası için, apaçık olan zulümlerin devamı için kullanılmasından rahatsız olmayan Müslüman çevrelerin, güvenilirliği, samimiyeti ve hatta söylemlerinin arka planı sorgulanmaya açıktır. İslam fıkhını, yanlış bir temel üzerinde yükseltilen bir yapının, bir Modern putperest devletin, bir zulümler sisteminin hassasiyetlerinin hizmetine koyan, birer saray fetvacısı konumuna düşen danışman “âlimlerin”, güvenilirliği, saygıdeğerliği, şahitliği tartışmalı hale gelmektedir.
Münevver olanlara, bilge olanlara düşen görev; bu dile, bu yaklaşım tarzına karşı çıkmaktır. Bu dilin yanlış olduğunu, zalimce olduğunu, şeytana uymak olduğunu ifade etmenin yollarını bulmaktır. Yüce değerlerin, köhnemiş bir sistemin bekası için metalaştırılmasına engel olmak gerekmektedir. İslami dilin haysiyetinin; üniter, laik, Ulus Devletin bekasına adanmış “Muhafazakâr Demokrat” çevrelerin vicdanına teslim edilmemesi gerekmektedir. Barış dininin, onur dininin, adalet dininin, sahte kutsalları kurtarma maskesi yapılmasına izin vermemek gerekmektedir. Kürt’leri İslam ile vurma projesinin karşısına dikilmenin, herkesten önce İslami hassasiyeti olanların görevi olduğu göz ardı edilmemelidir.
Aziz İslam’ın hassasiyetlerini, Ulus Devletin hassasiyetlerine dönüştürme projesini, İslami kavramların seküler, Ulus Devletin hizmetine sunulması projesini ret ettiğimizi, bu dile teslim olmayacağımızı yüksek sesle dillendirmek durumundayız. Aziz İslam’ın bu zulüm ittifakından beri olduğunu göstermek zorundayız.

26 Temmuz 2012 Perşembe

İslamcılık

Aydınlanma sonrası, İslam dünyasının karşılaştığı, düşünsel ve fiziksel saldırılara, her türlü işgal çabalarına karşı ortaya çıkan, özellikle Cemaleddin Efgani,  Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın isimleriyle bütünleşen İslamcılık akımı bir klas duruşu, bir soylu direnişi ifade eder. Mevcut yönetimlerin acizliği, basiretsizliği, yer yer ihaneti karşısında aksiyon adamlarının ve bir kısım Alimin önderliğinde ondukuzuncu yüzyılın sonları itibariyle kendisini hissettirmiştir.  Yirminci yüzyıl boyunca geliştirilen bütün mühendislik çalışmaları, özelde orta doğuda oluşturulan kukla yönetimler bu akımın hareket sahasının gelişmesini tetiklemiş, esaslı bir muhalefet ortamını hazırlamıştır. Bütün olumsuzluk ve amatörlüklere rağmen bir gelenek oluşturabilmiş, hemen her yerde zulmün, sömürünün karşısına çıkmış, mazlumlara umut olmuştur.  Özellikle Mısırda Hasan El Benna ve Seyyid Kutup, İran’da imam Humeyni önderliğinde sıkı bir muhalefet geliştirmiş, İran’da bir devrim gerçekleştirirken, diğer bölgelerde önemli bir tabana ulaşarak muhalefetini ileriye taşımayı başarmıştır. Farklı coğrafyalardaki hareketlerin karakterleri, ait olduğu toplumlara göre hassasiyetleri, yöntemleri farklı olsa da hepsi aslında aynı endişenin ürünüdürler. Farklı söylemler ve yaklaşımlarla ortaya çıkmalarına rağmen, temel hedefleri inandıkları İslam anlayışının kitlelere ulaşmasını sağlamak, siyasi sonuçlar elde etmek ve en nihayetinde bir İslam Birliği oluşturmak olduğundan, tümünü İslamcı hareketler olarak değerlendirebiliriz.
Yerel renkler ve özel durumlar, bu hareketlerin yöntemlerini, bakış açılarını ve İslamcılık anlayışına yükledikleri anlamı çok fazla etkilemiş, geliştirdikleri metotların temel felsefesini oluşturmuştur. Bu nedenledir ki; Pakistan-Afganistan-Filistin kökenli hareketler daha çok silahlı mücadeleyi öncelerken, İran hareketi korumacı ve savunmacı bir tarz geliştirmiş, Mısır hareketi İrşad merkezli olmuş, Tunus hareketi daha çok batılı terimleri kullanmayı öncelemiştir.  
Süreç içerisinde hemen bütün hareketler özgün yaklaşımlardan uzaklaşmışlardır. Bugünden bakıldığında ne İran’daki hareket devrim öncesindeki dinamiklerine sahip, ne de İhvan ve diğerleri hala aynı ilkeli çizgide devam etmektedirler. Görünen O ki, söz konusu hareketlerin çoğunda mezhebi ve Ulusal kaygılar gün geçtikçe ön plana çıkmıştır. Buda bu hareketlerin İslamcılık ruhundan uzaklaştığının göstergesidir.
11 Eylül saldırıları sonrasında, şiddet yanlısı anlayışlar ile sistem içi tebliğe dayalı anlayışlar arasındaki görüş farklılıkları iyice netleşmiş, hareketler birbirinden uzaklaşarak kendi yöntemleri çerçevesinde ilerleyerek durumlarına uygun bir fıkıh geliştirmişlerdir.  Silahlı Mücadeleyi benimseyen gruplar, Küresel bir silahlı mücadele başlatırken, Sistem içi çalışmayı tercih eden gruplar gittikçe merkeze yakınlaşmış, içinde bulundukları ulus devletlerin gündemine teslim olmuşlardır. Özgün bakış açıları geliştirmek yerine Modern dünyanın dilini kullanmaya başlamışlardır. Bu nedenle de bugüne dair evrensel söylemler geliştirmekten uzaklaşmış, bugünün toplumlarının entelektüel yapısına, zihinlerine bir katkı sunamamışlardır. Kendilerine tanınan ulusal ve uluslar arası imkânlar çerçevesinde düşünmeye başlamış, Modern Ulus Devlet anlayışı ile İslamcılık anlayışını sentezlemeye çalışmışlardır. Bu alandaki çalışmalara, göreceli başarılara gıpta ile yaklaşmışlardır.  Öyle ki bazıları, Türkiye’deki  Ak Parti pratiğini kendilerine örnek aldıklarını yüksek sesle dillendirmekten çekinmemişlerdir.
Türkiye’de ise İslamcılık; Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında kendini hissettirmiş, ancak Özellikle Şeyh Said kıyamı sonrasında uygulanan ağır baskılar karşısında erimiş, 1950’lere sahneden uzak kalmıştır.  Bu süreçte yer yer illegal faaliyetler yürütülse de, kayda değer bir çalışmadan bahsetmek çok zordur. Olağanüstü baskı ortamında eskiye özlem ile başlayan süreç, zaten milli karakteri içinde bulunduran yerli İslamcılık anlayışını taşıyan bir kısım çevrelerin Osmanlı’yı özlemelerine,  geleneğe daha çok sarılmalarına ortam hazırlamıştır. Çok partili sisteme geçiş ile birlikte söz konusu çevreler, sağ partilerin kendilerine açtığı kanaldan yürüyerek, bu partilere eklemlenmişlerdir. Bu durum bir süre sonra bu yapılanmaların önemli bir kısmını tamamıyla Milliyetçi-Mukaddesatçı bir çizgiye getirmiştir. Aynı dönemlerde gerek Mısır’da gerek İran’da İslamcı güçler rejimlere zor anlar yaşatmakta olsa da, Türkiye’li çevreler çoğunlukla, sisteme entegre olmuş, sağcılaşmışlardır. Öyle ki; solcu gruplara karşı, tamamıyla milliyetçi reflekslerle geliştirilen söylemlere bu çevrelerin desteğiyle İslami kılıflar uydurulmuş, böylece duyarlı insanların İslam’dan uzaklaşarak sol gruplara sempati duymalarına ortam hazırlamışlardır. Bu tür kaymalara prim vermeyen çok az sayıdaki çevre ve bireyler de çok etkin olamamışlardır. İşin ilginç tarafı aynı dönemde, Mısırda Seyyid Kutup, İslam’ın sosyal adaletini ön plana çıkararak sol söylemin alanını daraltırken, İran’da Rejime karşı bir Solcu-İslamcı ittifakı ortaya çıkıyordu.
1979 İran zaferi sürecinde devrim, öncesi ve sonrasında her yerde olduğu gibi Türkiye’de de etkisini göstermiş, bir zamandır çıkış yolu arayan İslamcı Muhalefet yeniden ortaya çıkmıştır. Daha çok modern eğitim kurumlarında yetişmiş bireylerin omuzladığı Yeni İslamcılık, bu süreçte İnanılmaz bir entelektüel çalışma ve aksiyon süreci başlatmış, çok kısa sürede bir İslamcı muhalefetten söz edilmeye başlanmıştır. Ancak ne yazık ki bu atılım, fazla sürmemiş, 28 Şubat süreciyle de, sahneden çekilmiştir.
Bu süreçten sonra Türkiye’deki İslamcı damarın gittikçe yeniden Muhafazakârlaştığı, geleneksel yapılara yaklaştığı görülmektedir. Yerli İslamcılık özellikle Ak Parti süreciyle açılan kanallardan akmaya başlamış, verilen imkânları “heba etmeden” sistemin merkezine doğru ilerlemiştir.
Çok az bir kesimi saymazsak bugün için Türkiye’de esaslı bir İslamcılıktan bahsetmek çok zordur. Gelinen noktada çoğunluk muhafazakârlaşmış durumdadır. Oysa Muhafazakârlık ve İslamcılık birbirinden çok ayrı iki anlayıştır. Çok gariptir ki; kendisini “Muhafazakâr Demokrat” olarak tanımlayan bir siyasi partinin umut olduğunu düşünen sözüm ona  “İslamcı” birçok şahsiyetle karşılaşmak mümkündür. Buradaki çelişki, İslamcı akımların Muhafazakâr bir partinin açtığı kanallardan yol alma isteğinde değil, muhafazakârlığı içselleştirmelerindedir. Fırsatları değerlendirerek verilen imkânları kullanmak ve açılan kanallarda yol almak başka bir şey, bu kanallarda yürürken ana temanın rengini almak, gittikçe muhafazakârlaşarak özden uzaklaşmak başka bir şeydir. Gerek yerel, gerek evrensel meselelerin hemen hepsinde Muhafazakâr Demokrat hükümetin gösterdiği refleksleri göstermeye başlayan bir anlayışın, İslamcılık olarak anlaşılmaya başlanması, her şeyden önce bu düşünce adına endişe vericidir.
İnsanlığın ana yaşam damarını kaybettiği, siyasi, ahlaki, medeni bütün değerlerin, değer kaybına uğradığı böyle bir dönemde, ayakları yere basan, Naslara muhatap olmanın anlamını kavrayan, dünü ve bugünü Kitabın kurallarına göre yorumlayabilen, yarını öngörebilen, delikanlı bir İslamcılık anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır. Yeryüzü yeniden dirilişin ve direnişin destanlarını yaşamak için nice zamandır beklemededir ve bu ancak; klas bir İslami/İslamcı direnişle, dirilişle mümkün olabilecektir.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Kundakçı Hocaefendiler İmparatorluğu

Kürt meselesi, safları netleştirmeye, herkesin durduğu yeri belirlemeye devam ediyor. Mesele, sahiplerini buldukça, çözüm olanakları için ortamlar oluştukça, bu güne kadar sessizliği tercih edenler, gerçek düşüncelerini dillendirmeye başlıyorlar.  Bütün kahredici zulümler karşısında, ”bekleyip görelim” tavrına sahip olanlar, eteklerinde gizledikleri taşları dökmeye yöneliyorlar. Şüphesiz ki bu durum,  söylemlerin ya da sessizliklerin perde arkasını anlamamızı kolaylaştırıyor. 
Altı asırlık saltanat devletini sahiplenenler, 100 yıllık modern ulusal saltanata, irili ufaklı onlarca aile devletlerine ses çıkarmayanlar, Kürtler adına göreceli rahatlama ihtimalleri ortaya çıktıkça ses vermeye, sözüm ona sorumluluklarını hatırlamaya başladılar.
Aziz İslam’ın çözüm getirici gücü, insanlığa rahmet oluşu, ne yazık ki, kendini ona nispet edenlerin bilerek ya da bilmeyerek ortaya koyduğu pratikler nedeniyle gölgeleniyor. Hor görülen toplumlara umut olması gereken kurtuluş dini, saraylı anlayışlara paralel yorumlarla, statükoların korunması için bir araca dönüştürülüyor.
Bu bağlamda son zamanlarda, Ümmetin bütün parçalanmışlığını, Ulus Devlet mantığının bütün günahını, bu konuda bu güne kadar hiçbir tecrübesi olmayan, bu bölünmüşlükte, bu dağılmışlıkta hiçbir payı olmayan Kürt Halkı’nın yorulmuş, ezilmiş omuzlarına yüklemeye çalışan, masa başı hocaefendilerinin serdettikleri görüşleri, fetvaları ortada dolaşıyor.
Savunmaya geçmenin, aslında ulus devlet modeline nasıl baktığımızı anlatmanın, sonra da lütfen bizi de görün pozisyonuna girmenin hiçbir mantığı yoktur. Hakeza Kürtlerin modern ulus devlet anlayışına prim verip vermediğini izah etmeye gerek yoktur. Zaten Kürtlerin gerçeklikleri ortadadır. Ayrıca mesele ulus devletleri, ulus devlet mantığını eleştirme meselesi olsaydı her birimizin söyleyeceği, katacağı bir şeyler mutlaka olacaktı. Konuşacaklarımız çok farklı şeyler olabilecekti. Ancak; mesele ulus devletlerin sebep olduğu kıyımları yaşayan bir halk olan Kürtlerin kurtuluş çabalarını, Aziz İslamin dilini kullanarak yaralamaya çalışmak olunca, bir Müslüman bilinci ve sorumluluğuyla bir karşı duruş gösterme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Bugüne kadar ulus devlet mantığına, Ulus devletlerin sebep olduğu zulümlere, kıyımlara tek bir fetva geliştiremeyenlerin, söz konusu Kürtler olduğunda, birbirlerinden feyiz alarak fetva yarışına giren hocaefendilerin, sözüm ona fakihlerin yaklaşımları, hem sorunlu hem de kışkırtıcıdır. Ben şahsen, sorunun çözümü için hiçbir katkısı olmayanların, Kürtlerin içinde yaşadıkları ulus devletlerde, Ulus devlet normlarına göre uğradıkları zulümlere, enfallere, katliamlara ses çıkarmayanların, Halepçeyi, Zilan’ı tarihe terk edenlerin, Roboski katliamı için tek cümle kuramayan sözde ümmetçilerin, en azından hicap ederek susmalarını beklerdim. Kürtlere insan pisliği yedirilirken, kadınlarının gözü önünde bütün bir köyün erkekleri anadan doğma soyulurken, bütün bir halk sadece dillerini konuştukları için akıl almaz zulümlere maruz kalırken, tatlı su İslamcılığı yapanların, başka coğrafyalardaki zulümler için kahramanlık yapan çevrelerin, Kürtlere Ulus Devlet ve Ulusalcılık dersi vermeden önce, biraz durup düşünmelerini, önce bir özür fermanı yayınlamalarını beklerdim.
Çok değerli fetva makamlarının ve sayın hocaefendilerin “bölünmeye giden yol kapatılmalıdır” diyerek “tefrika savunulamaz” uyarısını Kürtlere değil, öncelikle bunca bölünmelere sebep olan modern ulus devlete, onu putlaştıran statükonun yeni sahiplerine, milliyetçi  muhafazakarlara yapmaları gerekirdi. Misakı Milli sınırlarını kutsal sayan anlayışlara karşı tek bir fetva yayınlayamayan anlayışların, Kürtlerin farklı arayışlarına karşı da aynı şekilde sessiz kalmaları gerekmekteydi. Ahlaki olanı, İslami olanı buydu.  Esas sorumluluk; güçlünün, hâkim olanın, aşırılıklarını kontrol altına almak ve yok etmektir.  Zayıf olana haddini bildirmek, durumunu yorumlamak, ders vermek kolaydır. Efdal olan, çözüm getirici olan, güçlünün, müsebbibin, zalimin, esas bölücünün uyarılmasıdır, yola getirilmesidir. Tehlikenin büyüğü, ezilmişlerin çıkış yolları araması değil, ezenlerin, çaresiz bırakmasıdır. Bunu göremeyen bir İslam Uleması profili, her şeyden önce İslam ve Müslümanların geleceği adına üzüntü vericidir. Modern Ulus Devlete karşı ciddi bir söylem geliştiremeyenlerin, esaslı bir duruş sergileyemeyenlerin, vicdanlarını Kürtler üzerinden tatmin etmeye çalışmaları İslamın alternatifliği adına bir talihsizliktir. Bugünün dünyasına, bugünü dolduran cevaplar veremeyenlerin, hedef olarak Kürtleri seçmeleri de tıkanan alim profilinin vahametini göstermektedir.
Kahredici olanı ise bu yaklaşımların bir yandan muhafazakar çevrelerin milliyetçi tezlerine temel teşkil edeceği, diğer bir yandan da, Kürt meselesi mazlumlarını,  Aziz İslama mesafeli eğilimlere karşı zayıf gösterebileceği gerçeğidir. Yani açıkçası Meselenin çözümü için taraf olması beklenen çevrelerin, bu duruşlarıyla, meselenin çok yönlü, içinden çıkılmaz bir noktaya gelmesine sebep olacakları ortadadır. Bu durum bile Müslüman Alimin ferasetinin önemini hatırlatırken, ortaya atılan görüşlerin geçersizliğini, İslami metodoloji açısından sorunlu olduğunu göstermektedir. Ancak öyle anlaşılıyor ki; pek muhterem zatların böyle bir derdi de yoktur. Ne Milliyetçi muhafazakar çevrelerin daha çok milliyetçileşmesi, ne de mağdur halkın farklı eğilimlere yönelmeleri onları rahatsız etmektedir.
Bu durumda görev; sorumluluk sahibi alimlere ve münevverlere düşüyor. Yeni konseptin islamı yeniden saraylılaştırmasına müsaade edilmemesi, Mazlum Müslüman halkın/halkların dertlerine çözüm olması için meydanın boş bırakılmaması gerekiyor. Yeni dönemde hukukun, kundakçı hocaefendiler imparatorluğuna teslim edilmemesi için özellikle alimlerin insiyatif almaları, herkesin zihnindeki karışıklıkları bertaraf edecek, öze dair fetvalar geliştirmeleri gerekmektedir. Kutsal değerlerin, muhafazakârlara da bulaşmış olan faşizan duygular için koltuk değneğine dönüştürülmemesi, zalimlerin yedeğine düşürülmemesi için kalem sahibi olanların, fikir sahibi olanların, ilim sahibi olanların aksiyon sahibi olanların, bir adım daha ilerde durmaları gerekmektedir. Buna her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.   
Ulus Devlet ve Modern devletin nelere sebep olduğunu ve neleri kaybettirdiğini göstermek isteyenlerin öncelikle Kürtlere değil, içinde Kürtlerin de olduğu diğer halkları ezen, yok sayan, katliamlara maruz bırakan, yer yer yanlışa sürükleyen modern yapılara yönelmeleri, onları hedef almaları, oralardaki tehlikeleri bertaraf etmeleri gerekmektedir. Kendi mıntıkalarını temizleyenlerin de dönüp önce Kürtlerden özür dilemeleri, ancak olumlu sonuçlar verebilecektir. Bunu yapamayanların Kürtlere söyleyebilecek bir sözleri, gösterebilecek bir alternatifleri yoktur. 
En nihayetinde eğer Kürtler taşlanacak sa da mümkünse İlk taşı günahsız olanlar, temizlenmiş olanlar, rüşdünü ispat etmiş olanlar atsın. Aksi takdirde; Modern Ulus Devlet gölgesinde yapılan her türlü açıklamayı, her türlü yorumu, sadece Ulus Devletin günah defterini kabartmaya yarayacak her türlü fetvayı reddettiğimizi yüksek sesle ifade etmemiz gerekiyor.