23 Eylül 2017 Cumartesi

Kürdistan Referandumu

Kürt/Kürdistan meselesi açısından tarihi günlerden geçiyoruz. Uzun ve meşakkatli bir sürecin sonunda, Güney Kürdistan Halkı geleceğini belirlemek için, kendi toprağında, kendi yaşam tarzına uygun, serbest bir yaşam tercihi için sandık başına gidecek. 25 eylülde Irak ile beraber yaşama ya da Iraktan ayrılarak yeni bir yol çizme konusundaki tercihini netleştirecek.
İki yüz yılı aşkın bir zamana dağılan mazlumiyet, esaret, katliam, direniş sürecinin sonunda, bu acılı coğrafyanın bir parçasının çocukları, kendi geleceklerine dair görüşlerini kayıt altına alacak bir girişimde bulunuyor. Normal şartlarda, günün temayülleri gereği böyle bir girişime itiraz edilmemelidir. Bir halkın kendi tercihini oylamasına engel olmaya çalışılmamalıdır. Akıl sahibi olanların, vicdan sahibi olanların böyle bir seçimin önünü açması beklenir.
Ancak, Kürt / Kürdistan meselesinin dünü ve bugünü hakkında biraz bilgi sahibi olanlar bilirler ki; bu mesele hakkında hiç bir zaman normal bakış açıları geliştirilmedi. Söz konusu Kürt meselesi olduğunda hemen her adım arefesinde bölge devletleri ve bu devletlerden nemalanan çevreler, bütün vicdani, ahlaki, insani, melekelerinden uzaklaşmaktadırlar.
Bu süreçte de gerek bölge devletlerinin, gerek bu devletlerin “nimetlerinden” nemalananların canhıraş bir şekilde bu girişimi engellemeye çalıştığına şahit oluyoruz. Aslında bu engelleme çalışmaları kendi içinde onlarca çelişki barındırıyor. Ancak bu çelişkiler kimsenin umurunda değil. 
Arza hükmetme sevdasında olan insanoğlunun hemen her durumu kendi zaviyesinden açıklama ve kendi çıkarına uygun meşrulaştırma çabası genel ilke durumuna gelmiş bulunuyor. Bu durumun kendilerini “adil şahitler” olarak tanımlayanlar açısından da bir önemi kalmamış görünüyor.
Bir zamanlar kendilerine büyük harflerle “İslamcı” diyenler, Kürtlerin herhangi bir statüye sahip olmaması için bütün ilkelerini, bütün yaldızlı kelimelerini bir yana bırakarak milliyetçi, ulusalcı bir dile teslim olmuş görünüyorlar. Bu teslimiyet o kadar körleştirmiş ki, yaman çelişkilerini bile göremiyorlar.
Kürtlerin ayrı devlet talebini “Ümmete ihanet” olarak dile getirirken kendilerinden o kadar emin konuşuyorlar ki, İngilizlerin masa başında çizdiği sınırları, Sykes-Picot anlaşmasını merkez aldıklarının farkına bile varamıyorlar. Kürtler konuşulduğunda ulus devletin anlamsızlığından bahsederken, kendi ulus devletlerini kutsamayı İslami bir bilinç aşaması olarak görmekten rahatsızlık duymuyorlar. Kendi ulusal çıkarları söz konusu olduğunda, hiçbir sınır, hiçbir kural, hiçbir kutsal tanımayanlar, Kürtlerin herhangi bir girişimini “din dili” ile mahkum etmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de, dini, kutsalları, inançları birer metaya dönüştürmekten rahatsızlık duymuyorlar. Üstelik, “hakim gücü” arkalarına almış olmanın rahatlığıyla, kibirli bir dil kullanıyorlar. Dünün mağdurları olduklarını unutmuşlar, tepeden bakmanın bütün olanaklarını kullanıyorlar. Konuştuklarında sanırsınız ki; “ümmet”, “İslam”, “Hak- hukuk” birincil öncelikleri. Oysa tek hedefleri kalmış görünüyor; O da Kürt Halkının herhangi bir statüye sahip olmasını engellemek. Bu amaç doğrultusunda büyük bir “iman” ile çalışıyorlar. Söz konusu kendi gündemleri olduğunda, “halk ne isterse o olur” diyerek seçimlere, tercihlere saygıya çağırıyorken, Kürtlerin bir referandum yapmalarına bile sert çıkıyor, tehditler savuruyor, kibirlenerek “had bildirmeye” çalışıyorlar.
Aslında haklı olmayınca sağlam gerekçeler de sunamıyorlar. Doğrusu çoğu zaman insan cevap verme gereği bile duymuyor. Ama sessiz kalınca da ortalığı boş gören bu zevat kendini haklı hissediyor. Bu nedenle de sessiz kalamıyor insan.
Söylemlerinin altını doldurmaları da çok önemli değil. Ne de olsa güç onlarda, o zaman haklı olan da onlar. O yüzden çelişkide olmalarının onlar açısından bir önemi kalmıyor.
İngiliz- Fransız ortak yapımı ve İngiliz aklının ürünü olan Sykes-Picot anlaşmasını merkeze alacaksınız, bu sınırları kutsayarak Kürtlere akla gelmeyecek zulümler yapılmasına sessiz kalacaksınız, ama günün birinde Kürtler bu sınırlara itiraz ettiğinde, ümmetten, birlikten bahsedeceksiniz. İngiliz oyunuyla, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri uzak yerlerdeki merkezi hükümetlerce sömürülmesine karşın, açlık, göç ve mağduriyetlere teslim edilen koca bir halkın hakları umurunuzda olmayacak, bu halkın bütün varlıklarının başkalarına peşkeş çekilmesine göz yumacaksınız, hatta yer yer siz de nemalanacaksınız, ama bu halk hakkını aradığında da pişkin bir edayla suçlayacaksınız. Birilerinin bölgede yaptığı paylaşımda Kürtlerin yok sayılması işinize geldiği için susacaksınız, itiraz edildiğinde de güç gösterisinde bulunacaksınız.
İsrail ile her türlü ilişkiyi mübah göreceksiniz, Filistin’in yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin İsrail tarafından tüketilmesine önayak olacaksınız, İsrail’in Filistin doğalgazı ile ihya olmasına ortak olacaksınız, ama Kürdistan talebini “ikinci İsrail” diye mahkum etmeye çalışacaksınız. Bütün bölge zalimlerinin, dini metalaştırarak, Kürtlere yaptıkları zulümleri meşru göstermelerine göz yumacaksınız, ama korumasız kalan bir halkın kendini koruma reflekslerini mahkum edeceksiniz.
Özellikle yirminci yüzyıl boyunca ulus devletlerin acımasız uygulamalarını birebir yaşayan bir halkın acıları umurunuzda olmayacak, ama onların varlık göstermelerine tahammül etmeyeceksiniz.
Irak denilen yapay bir ülkeyi meşru göreceksiniz, Saddam’ın Kur’anı istismar ederek katliamlarına Enfal-Ganimet ismi vermesini, yüz binleri bulan kadın, çocuk, yaşlı, erkek öldürmesini, kadınları pazarlarda cariye olarak satmasını görmeyeceksiniz, kimyasal silahlarla bedenlerin parçalanmasını, “Irak'ın iç meselesi” olarak göreceksiniz, ama Kürtlerin geleceğini belirlemek için sandık başına gitmesini “kabul edilemez” göreceksiniz. 
Bu çevrelere;“bu hassasiyetlerinizle, Sykes-Picot uygulanırken neredeydiniz?  Ulus devlete karşı idiniz de Kutsadığınız sınırlar neyin sınırları? Dünyanın öbür ucundaki herhangi bir kabileye “helal” gördüğünüz, hatta kutsadığınız ulus devleti Kürt’lere “haram” yapan nedir?” diye sormak gerekiyor. Ama buna verecekleri bir cevapları da yok tabii ki.  Gerçekten inandıkları için değil, işlerine öyle geldiği için bunları söylüyorlar.
Irak denilen yapay ülkenin bugüne kadar “Ümmete” insanlığa tek bir katkısını söyleyin dediğinizde, tek bir kelime edemeyecek olanlar, Irak'ın dün olduğu gibi bugün de sayılabilecek onlarca suçunu görmezden gelecek olanlar, Kürt’lerin taleplerine karşı Irak’ın toprak bütünlüğünü kutsuyorlar.
Kutsadıkları devlet; bir ulus devlet, zihinleri İngiliz aklının çizdiği sınırlar çerçevesinde işliyor. Ama Kürtleri “evrensel” ilkeler çerçevesinde dizayn etmeye çalışıyorlar. Ballandıra ballandıra “ulus devletin” çıkmazından, bölünmelerin “Ümmete zararından”, “birlik-beraberlikten” bahsediyorlar.
Mevcut haliyle ulus devlet projesinin, bölgenin yüreğine bir hançer gibi saplandığı gerçeği kimsenin umurunda değil. Herkesin ulus devletinin olması artık oldukça doğal karşılanırken, bu konu Kürtler için ise kapanmış bir meseledir bunlar için. Sınırları bu denli keskin çizmenin insani ve İslami hiç bir gerekçesinin olmaması da ilgilendirmiyor bunları.
Oysa ulus devletin çelişkileri sadece Kürtler için geçerli değildir. Hatta bu çelişkiler  Kürt’lerin bir devlet kurma amaçlarına karşı kullanmak için uygun da değildir. Tam tersine, Kürt’lerin çektiği acılar, bu çelişkiler için gerekçeye dönüşebilir. Önüne gelen Arap Şeyhinin bile bir devlet/nüfuz/toprak/güç/sahibi olduğu bir ortamda, “devletsiz” bir halkın nasıl mağdur olabileceğinin kanıtıdır Kürtlerin yaşadıkları.
İşte bu halk, Güney Kürdistan Halkı bütün yaşananların ardından tarihin bu dönemecinde, geleceğini belirleyecek önemli bir girişimde bulunuyor. Yeni enfaller, yeni Halepçeler, yeni sürgünler, yeni katliamlar, yeni göçler yaşamamak için çıkış yolu arıyor. Bu meşru ve takdire şayan girişim konusunda vicdan sahibi herkesin en azından sessiz kalması gerekiyor.
Bu acılı coğrafyada tek bir ulus devlet olduğu müddetçe, Kürtlerin de bir devlet talebi meşrudur, haktır. Bu şartlarda buna karşı durmanın meşru hiç bir gerekçesi yoktur. Buna rağmen mertçe karşı duranların açıklamalarını da mertçe karşılamak gerekiyor.
Ancak bu karşı duruşlarına, Aziz İslamı kılıf yapmaya çalışanlara ve mızraklarının ucuna Kur’an ayetlerini asanlara da, Hz Ali'nin duruşuyla yaklaşmak gerekiyor:


“Onlara kanmayın! Mızraklarının ucundaki haktır, ama mızraklarının davası batıldır.” 

25 Ağustos 2017 Cuma

Bêhna Biharê *

Ez rêwengîyekî bêcîh û bêwar im. Bajar bi bajar, qonax bi qonax digerim. Lê nikarim li tu cîhan bêhna xwe berdim.

Ez nexweşekî bêderman im. Li ser hemû hekîm û zanayan, li ser hemû pîremêr û pîrejinan ji bo dilopek ava şîfayê digerim.

Ez birîndarê  bi derba xwe me. Êvarekê, di bin tava heyvê de, bi gelek hestên germ û bi dilekî bitebat, min bi destê xwe birîna xwe qelaştiye. Nema tu kes vê kulê bikewîne.

Ez ne nexweşekî bi wî rengî me ku xelk û alem li ser min bigirîn, an jî ji bo çareseriya min vir de wê de bibezin.

Ez ne nexweşekî mîna hemû nexweşan im. Ne nalînên min mîna nalînên xelkê bi deng û awaz in, ne birînên min mîna birînan bi xwîn in. Mîna findeka zirav, hêdî hêdî  bi agirê xwe dihelim. Ji aliyekê ve bi tayê dilê xwe, xwe dişewitînim, ji aliyekê ve jî bi ser birînên xwe ve dihelim û xwe dikewînim. Erê ez sebebê serê xwe me.

Barê dilê min, bûye agir û pêt û bi ser çermê laşê min de diherike. Ji aliyekê ve min dişewitîne, ji aliyekê dî ve jî min dikewîne. Dermanê min di derdê min de veşartî ye.

Ez nexweşekî bi destê xwe me. Carna rê li malikên dilê min teng dibe. Tu dibêjî qey nema êdî baskên jiyana min li ezmanê dinyayê bigerin. Lê carnan jî te hew dît ku aramî li ser dilê min bû mêhvan û çermê laşê min nerm bû. Bi rastî ji bo vê jî hinek tiştên piçûk besî min in.

Gava zarokek, li destê diya xwe dibeşişe,  gava çivîkek, li serê darekê bi dil dike çîk çîk, gava kulîlkek li ser çiqilê darekê pelên xwe ji bo jiyanê vedike, ez jî ji nû ve li ser koka xwe şîn dibim. Xewnên min dixemilin. Bêhna biharê li bedena min belav dibe. Birînên dilê min, yek bi yek dikewin.

Ez birçiyê rengên biharê me. Hemû pêlên jiyana min li ber qiraxê hêvîyên biharî geş bûne. Hemû tovên dilê min, ji bo ku ji nû ve şîn werin, li kulmek axa biharê digerin.

Ez derwêşek im û li xewnên xwe digerim.

Di rûpelekî dîrokê de min xewnên xwe kirine goriyê hestên germ. Ji wê rojê û heta vê gavê ez li xeweka şêrîn û xewnên bêgirîn digerim. Ji bo ku ez hema piçekî bêhna xewnên xwe bikim, roj bi roj, şev bi şev, gav bi gav li ser rûyê jiyanê digerim.

Na, na. Ez ji bo vê yekê ne gilîkar im. Heger dîsa be, ezê dîsa ji bo hestên germ, ji boyî hêvîyên pîroz, hemû sermîyanê xwe bikim gorî. Lê divê ez vê jî veneşêrim ku gelekî malikên dilê min diêşin.
Ez, di tarîgewrka jiyanê de, bi destpelîngî dimeşim. Nizanim bi ku de diçim. Lê dizanim ku li çi digerim.

Ez derwêşekî jiyanê me. Gav bi gav, bajar bi bajar, qonax bi qonax digerim, bi hêvîya ku  şkestekên jiyaneka bi rûmet bibînim.

Hestên min di gewriya min de asê mane. Bi salan e ku ez germahîya hestên xwe bes di dilê xwe de dibihîzim. Ji ber vê yekê ye ku ez di hemû demsalan de li hêlîneka pîroz digerim, da ku barê dilê xwe li nav perrên wê vala bikim.

Ez nêçîrvanekê bêrext û bêçek im. Bê tîr û bê kevan im. Li deşt û newalan, li ser zinar û çiyayan bi lingên qelişî bi vir de û wê de dibezim. Rayên dilê min yek bi yek bûne  kevan û hestên hezarsalî jî di destên min de bûne tîr. Ez, bi tena serê xwe li nêçîra xwe digerim.

Heger rojekê bêyî ku bigihêm mirada xwe, jiyan belgê xwe ji min bistîne, heger rojekê xewnên min biçilmisin, ezê hestên xwe li nav dilê xwe bipêçim û bi bal rêya pîroz ve li ba bikim. Belkî roja herî giran ji min re bibin barê sivik. Da ku bi hêsanî ji striyan derbas bibim.

Belkî derîyekî rehmê li min vebe, da ez bikarim parêzvaniya xwe bikim. Bi serbilindî û bi rûmetî.


* Di Kovara Nûbihar'ê, jimar a:138'ê de hatiye weşandin.