Kürdistan’da yaşanan zihinsel ve fiziksel göçün faturası çok ağır olmuştur. Ait oldukları topraklardan göç etmek zorunda kalanlar, her yönüyle yabancı oldukları diyarlarda, her türlü olumsuzlukla, kendi başlarına mücadele etmek zorunda kaldılar. Hemen her yerde üvey evlat muamelesi gördüler. Adı konulmamış bu sürgünde ne Kürdistanlı kalabildiler, ne de sığındıkları toplumların onurlu birer bireyi olarak kabul gördüler.
Ana Coğrafyanın batısına doğru yapılan bu hicrette, ne Ensârlarla karşılaşılabildi, ne de Muhacir olmanın bilinci geliştirilebildi. Sürgün neslin İnşaat işçisinden, fikir işçisine kadar bütün emekçileri, içinde dolaştıkları sokaklarda sadece birer “dolgu malzemesi” görevi gördüler. Ekonomik olarak sıyrılıp bir makama ulaşanları da, inşaat’larda ömür tüketenleri de, zihin dünyasını geliştirip, hayata dair bir cümle kurabilenleri de içinde bulundukları ortamların ancak birer “elemanı” olabildiler. Bir makam elde edebilenler de tamamıyla taklitçi ve özünü görmezden gelen bir duruş sergilediler.
Bu, sadece fiziksel göç yaşayanların bir gerçekliği olarak kalmadı. Kürdistan’da yaşadığı halde zihinsel göçe maruz kalanlarda da bu durum yaşandı/yaşanmaktadır. Aslında gerçekleşen zihinsel sürgün, fiziksel sürgünden çok daha ağır bedeller ödetti. Bu gerçeği cesurca dile getirmek gerekiyor. Kürdistan’da mukim olanlar da, yad ellerde ömür tüketen fikir işçileri de, kendi ideolojik dünyalarını kurgularken çoğunlukla Kürdistan gerçeğini ıskaladılar. Zihinsel olarak yerleşik bulundukları toplumların, çevrelerin önceliklerini, hassasiyetlerini, meselelerini öncelediler. Bu, bazen Aziz İslam adına, İslam kardeşliği adına yapıldı, bazen Marksist bir dünya adına, evrensel yoldaşlıklar adına yapıldı. Ne yazık ki; kurulan cümlelerin hiç birinde Kürdistan evlatlarının acıları, ihtiyaçları, aidiyetleri, temel sorunları gereği gibi yer almadı. Dışarıdan gelen etkilerle ve tamamen pragmatist nedenlerle bazen gündeme gelen Kürdistan çocukları, içi doldurulmamış kardeşlik cümleleriyle ve evrensel acıların hatırlatılmasıyla ötelenebildi.
Yoğun fiziksel göçe ev sahipliği yapan şehirlerin varoşlarında gerçekleşen trajedilere dair, adam akıllı cümleler kurulamadı. Mersin’de, Adana’da, İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da ülkenin değişik merkezlerinde, Avrupa’nın birçok ülkesinde, dün ile bugün arasında gidip gelen, ne Kürdistanlı kalabilen ne de yeni ortama adapte olan, dahası en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan nesiller, acılarıyla baş başa kaldılar. Kurulan gettolarda yaşanan, dünyanın başka taraflarında her biri ayrı bir çalışma konusu olabilecek nice trajediler, görülemedi bile. İntiharlar, cinnetler, adli vak’alar, çoğu zaman istatistik konusu bile olmadı. Bu merkezlerdeki olumsuzluklar gündeme geldiğinde de, çoğunlukla, göçle gelenlerin” kalitesizliğine”, “görgüsüzlüğüne”, “medenileşememiş” olmalarına yorumlandı. Vicdan sahibi çoğu çevreler bile bu insanları en iyi ihtimalle “hidayete, ıslaha, himmete muhtaç zavallılar” olarak gördüler. Gariptir ki; bu ortamlardan bir şekilde sıyrılan birey ve çevreler de, hâkim kültürün jargonunu kullanarak, özgür bir dünyaya dair yıldızlı cümlelerle süslenmiş bir dil geliştirdiler. İdeolojik körlük sayesinde, etraflarındaki travmaları seçkinci yorumlarla geçiştirdiler.
Gerek doğal Kürdistan’da, gerek göçle oluşan küçük Kürdistan’larda, yeni nesiller savrulmaya devam etti. Köyünden, tarlasından, yaşam tarzlarından koparılan, dil bilmez, yol bilmez nice aileler, şehrin acımasız çarkları arasında her türlü imkânsızlığı ve beraberinde her türlü acıyı yaşadı. Ne yazık ki psikolojik ve sosyal çöküntünün yaşandığı bu yerlerde, hiç kimse bir toplumsal rehabilitasyonu öncelemedi. İdeolojik takıntılarla ve aşırı siyasallaşmış bakışlarla, bireyler ve aileler göz ardı edildi.
Hedefe kilitlenen yaklaşımlarla, mekanik, ruhsuz bir bakış gelişti. Düşük yoğunluklu savaşın olumsuz etkileriyle de her gün yeni bir sarsıntıyla karşılaşıldı. Bu süreçte, her gün büyüyen acıların ve ortaya çıkan sorunların çözümü için gereken çabalar gösterilmedi.
Kürdistan menşeli birçok münevverin ve bir çok oluşumun bu süreçte yanı başlarındaki yıkımı görmemekte ısrar ederek, kardeşlik ya da başka evrensel duygular adına dünyanın başka bölgelerindeki mazlumiyetler için gözyaşı dökmeleri, eylem geliştirmeleri trajikomik bir durumdur. Şüphesiz ki, acılar sadece Kürdistan kökenli değildir. Yeryüzünün her yerindeki acılara aynı duyarlılıkla tepki vermek münevver olmanın, dahası İslam olmanın, İnsan olmanın gereğidir. Ancak; içerdeki acıyı öteleyerek bütün enerjisini başka kanallara yönlendirmenin, başka acılara ortak olmanın mantıklı bir izahı olmasa gerektir. Aynı şekilde kendi meselelerine eğilmeyenlerin, başkalarının ilgisizliğinden şikâyet etmesinin de bir anlamı yoktur. Zaten; bireysel kimi duruşların hakkını teslim etmekle beraber, yaşananlar göstermiştir ki; Kürdistan’ın acıları bugüne kadar kurumsal olarak dışarıdan kimseyi ilgilendirmemiştir. Hal böyle iken, iç meseleleri halletmeden bir adım öteye yönelmenin açıklanabilir bir yanı yoktur.
Sözün özü; Kürdistan evlatlarının zihinsel göçü tersine çevirerek, gerek doğal Kürdistan’ın gerekse göçle gelen küçük Kürdistan’ların yeniden zihinsel inşasına katkı sağlamaları gerekmektedir. Travmalar yaşayan insanların, rehabilite edilerek hayata kazandırılmaları, çok boyutlu bir eğitim görmeleri sağlanmalıdır. Kürdistanlıların İnsanlık ailesi içinde hak ettikleri yere konumlanmaları, öncelikle kendi sokaklarına, mahallelerine, şehirlerine, coğrafyalarına ve elbette insanlığa katkıda bulunmaları için öz güçlerini kazanmaları sağlanmalıdır.
Kürdistanlı münevverlerin, insanlığa yapabilecekleri en büyük katkının kendi coğrafyalarına ve kendi insanına bir zihinsel perspektif geliştirmeleri olduğunu görmeleri gerekmektedir.
Yaşanan zihinsel sürgünün, bir Kürdistan’a dönüş hamlesiyle son bulması, yeniden diriliş kapısının aralanması gerekmektedir. Her şeyden çok bir zihinsel donanıma ve bir zihinsel devrime ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder