Dengbêjê dilêmin. De bêje!
Mîna bilbilekî ji gulistana xwe dûr ketî, bike hewar û gazî. Dûv re jî, strana xwe ya xerîbîyê binehwirîne.
De bêje!
Çîroka bindestîyan û serhildanan, çîroka kemînan û bêbextîyan bêje. Behsa tenêtîyeka bi xem û xiyal, behsa şikestina hêvîyên bi rûmet bike. Behsa dayîkên çav li rê, behsa birînên xweşmêran, evînên dilbikulan, destanên kurên camêran bike.
De bêje!
Ka ez û tu, xewn û hêvî, dayik û zarok, dil û dilgeşî çawa ji hev dûr ketin. Welatên xerîb û xurbetê çawa hêviyên me ber bi hewa kirin. Çawa em kirin nav lepên jiyaneka bê mefer de.
Me çawa bi destên xwe, xwe êxist nav gengeşîyên bê dawî de.
Ez êdî nikarim pir dirêj bêjim. Dev û lêvên min ziwa bûne ji gotinê. Êşeka kûr û zirav xwe nîşan dide li ser dilê min. Gotinên bê kar ez ji halê xwe êxistime. Nema êdî bi gotinên min, erd bilerize. Nema êdî ji tirsa gotinên min gur û rovî birevin.
De Tu bêje!
Dibe kû gotina te bandorekî li vê rewşa malxirab bike. Qurtek ava cemidî biser dile min de bike. Dibe ku êşa linav hinavên min digere, bitebite. Dibe ku bi gotina te, laşe min nerm bibe. Serê min ji êş û janên sedsalî xalî bibe.
De bêje dilê min!
Ez nikarim ji nû ve ta bi derziyêve bikim. Ez nikarim ji nû ve çîrokên qehremanan bêjim. Hêvî dikim ku êdî tu hênik bikî dil û hinavên min. Dengê te yê zîz, bibe mîna bayê biharê û bi ser laşê minde biherike.
Ez ne dengbêjekî bihûner im. Ez ne helbestvanekî jêhatî me. Nikarim çîrokên hemû demsalan lihev bînim. Nikarim ji aş û bajar gotinan bidim hev. Hêviya min, hêvîya hemû dilşikestîyan, zar û zimanê te ye. Ketime bextê te. Tû vî barî li erdê nehêlî.
Dilê min! Roniya Çavên min. Bendewariya hezarsalî!
De hewl bide. Hêdî hêdî dest bi strana xwe bike. Dizanim ku tê bikarî bêmeferiya me, bêsiûdiya me bînî ziman. Dizanim ku tê bikarî me ji vê xewa sedsalan şîyar bikî.
Te gelek caran dîtiye ku pîremêran û pîrejinan stranên xweşmêriyê, stranên têkçûn û jihevketinê gotine.Te gelek caran bi zarê xwe yê şêrîn di nîvê şevên zivistanê de, di tarîtîya şev û zemanî de deste xwe birine ber guhê xwe û ji serî heta binî xewn û xiyalên me nehwirandine. Gelek caran em bi xêra dengê teyê zêrînî ji taya mirinê berbi jiyaneka nû ve bûne.
De carek dî dile me şad bike. Rûyê me geş bike. Bila ava serfirazî û jêhatinê xwe bi çokên mede berde. Bila carek dî xwîna germ di rayên laşe mede, bi lez û bez bigere.
Ez, ji te piştrastim. Hevî dikim, rica dikim ku tû jî ji xwe bawer bî, ji xwe piştrast bî.
Dilê min, hêvîya min, xewna min, tenêtîya min! De dîsa binalîne per û baskên şevê bi denge xwe yê bilbilî û çîroka me bêje.
Dixwazim dîsa ji nû ve şîn bidim û biherikim li ser rûyê jiyanê.
De dîsa dest pê bike û bêje: “ carek ji caran, Rehmet li dê û bavên hazir û guhdaran”.
15 Ekim 2013 Salı
24 Temmuz 2013 Çarşamba
Kürdistan İslamî Hareketi
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren, özellikle Mısır ve İran merkezli, İslami direniş ve diriliş hareketleri kendi bölgelerinde bir bilinçlenme süreci başlatmışlardır. Kökü Cemalledin Afganî ve Muhammed Abduh’a uzanan bu hareketlerin oluşturduğu direniş kültürünün teorik altyapısı, çoğunlukla çıkış yolları arayışlarında elde ettikleri verilerden oluşmuştur. Dolayısıyla evrensel dâvânın sokaktaki yansımasının yerel özelliklere uygun olması sağlanabilmiştir. Aynı zamanda aksiyon adamı da olan günün mütefekkirlerinin geliştirdikleri bakış açıları uygulamaya konularak öncelikle yerel bir İslamî muhalefet dili geliştirilmiştir.
Mısır ve İran’daki oluşumların tarih boyunca beslendikleri damarların da etkisiyle, uygulama süreçlerinde birbirlerinden etkilenmeden, tamamıyla ait oldukları toprakların, kültürlerin ruhuna uygun bir dil geliştirmiş olmaları, bu oluşumlar için bir artı değere dönüşmüş, her biri ayrı bir ekol olarak mücadele sahnesinde yerini almıştır. Bu ekoller, oldukça verimli eserler ortaya çıkarmış, ülkelerindeki siyasî ve toplumsal atmosfere müdahale edebilmişlerdir. Mısır ekolü birçok kayda değer şahsiyet yetiştirmiş, İslamî itirazın örnek kişiliklerini ortaya çıkarmayı başarmıştır. İran ekolü de mücadelesini bir devrimle sonuçlandırmış, yirminci yüzyılın küresel siyasî yorumcularının tezlerini gözden geçirmelerine neden olmuştur.
Bu hareketlerin yerel bazdaki bu başarılarının, besledikleri birçok çelişkiye rağmen bir açıdan hedefe ulaşmalarının önemli sebeplerinden biri, içinde yaşadıkları toplumu iyi tanımaları ve bu toplumun gerçeklerine göre alternatifler geliştirmeye çalışmalarıdır. İthal reçetelere yönelmemeleri, bunlardan medet ummamalarıdır. Tarihten gelen birikimi günün şartlarına uyarlayabilmeleri ve tarihsel dili yeniden yorumlayarak bir direniş ve itiraz yöntemi geliştirebilmeleridir. Gerek Mısır’ın, gerek İran’ın tarihsel birikiminin ve bu birikimle ilişkideki sürekliliğin, bu hareketler için bir avantaja dönüştüğü ortadadır.
Türkiye’de ise özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında uygulamada olan ağır baskıcı düzenin, geçmiş ile bütün bağların koparılmasında başarılı olması, tarihten gelen bir dilin avantajlarından yararlanılmasına engel olmuştur. Görece daha rahat olan yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise, bütün birikimler kaybedilmişti. Yerel unsurlar meseleyi kavramaya başladığında, Mısır hareketi bedeller vere vere meydan okumaya devam ediyor, İran’daki mücadele adım adım zafere koşuyordu. Oysa bu tarafta ne teorik ne de pratik anlamda bir oluşumdan söz etmek mümkündü. Aradaki devâsâ açık, tercüme eserlerle kapatılmaya çalışıldı. Bu yönelim kuşkusuz, oldukça kolay ve kısa vadede gayet verimliydi. Ancak; kendi düşünce havzalarını oluşturamayan yerel gruplar, tercümelerin etkisi ve heyecanı bittiğinde, ortada kaldılar. Tercüme söylemlerin yerelde aynı etkiyi yapmadığı görüldüğünde de bir çıkış yolu geliştirilemedi. Bunun sonucunda, büyük heyecanlarla oluşturulan yapılar, bir şekilde sistemle bütünleşerek asıl iddialarından uzaklaştılar. Ayağı yere basmayan söylemlerin yerini tamamıyla teslimiyetçi ve statükoya paralel söylemler aldı. Bağlı olarak Kuzey Kürdistan’da da, farklı dinamikler olmasına rağmen benzer durumlar yaşandı.
Sistemin milliyet olarak Türkleştirme, mezhep olarak Hanefîleştirme hamlelerine maruz kalan Kuzey Kürdistan, medreselerin kapatılması ve eğitim dilinin Latin alfabeli Türkçe olması neticesinde batıdan gelen dalgaların etkisinde kaldı. Geçmiş ile bağları henüz tamamıyla kopmamış olmasına rağmen, biraz da gönüllü bir hamle ile, Anadolu’nun geçirmekte olduğu sürece ortak oldu.
Aslında; Şeyh Said’in eylem pratiği, Said-i Kürdî’nin düşünsel etkisi hâlâ çok canlıydı. Kürdistan’da büyüyüp gelişen Nakşibendîlik damarı, birçok olumsuzluğun yanında hatırı sayılır olumlu altyapılar oluşturmuştu. Resmen kapatılmış olmalarına rağmen, köy camilerini mesken tutarak ayakta durmaya çalışan Kürdistan medreseleri, birikimlerden yararlanmaya devam ediyordu. Ancak başta eğitim dilinin Türkçe olması, çok yoğun bir asimilasyon sürecinin devam ediyor olması ve daha birçok nedenden dolayı bütün bu imkânlar yeterince değerlendirilemedi.
Bu süreçte Mısır ve İran’dan Türkçe'ye tercüme edilen eserler, Anadolu’nun şartlarına bile uyarlanmadan, çok farklı bir coğrafya olan Kürdistan’a kaydırıldı. Bölgedeki oluşumlar tarafından büyük bir heyecanla karşılanan bu yeni “kutsal metinler” referans gösterilerek yeni bir nesilin ortaya çıkmasına ortam hazırlandı. Her biri birer ulus devlet olan Mısır ve İran’da yazılan eserler, yine katı bir ulus devlet olan Türkiye’de tercüme edilmişti. Asimilasyonun, yok sayılmanın bütün çirkinliklerini göğüslemek zorunda kalan Kürdistan’da da yorumlanmaya çalışılıyordu.
Şüphesiz ki; Müslümanca bir bakışın gelişmesi noktasında bu eserlerin katkısı hafife alınamaz. Bu anlamda İslamî camiadaki herkesin bu eserlere bir borcu vardır. Ancak; sözkonusu eserlerin bölgesel gerçeklikler ışığında okunamaması, tercümelerin de Türkçe olması, aslında kültürel olarak Türkçe ile hiçbir bağı olmayan bölge açısından olumsuz bir durum oluşturuyordu. Bu eserler tercümenin tercümesi şeklinde okunuyordu. Buda eserlerin belki de ana fikirlerinin gözardı edilmesine neden oluyordu.
Bunun yanısıra bu dönemde, medreselerinde sözkonusu eserleri orijinalinden ders olarak okutarak, yerel gerçeklikler ışığında değerlendirmeye çalışan bazı öngörülü bölge âlimlerinin bu çabalarının, eserlerin istenilen faydayı vermelerine katkıda bulunduğunu da zikretmek gerekmektedir. Ancak; bu oldukça lokal bir çalışmaydı ve geneli etkilemesi beklenemezdi.
Bir süre sonra yerel oluşumların bölge gerçeklerinden koptuğu anlaşılmaya başlandı. Bir hayal dünyasında yaşıyorlardı ve öngörülebilir gelecekte gerçekleşmeyeceği ortada olan kimi idealler uğruna Kürdistan’ın bugününden vazgeçmiş görünüyorlardı. Dahası batı yakadan gelen yönlendirmelerin, ortaya çıkarılan hassasiyetlerin daha çok ulus devlet normlarına uygun olduğu, kimsenin bölgenin tarihsel gerçeklerini, halkının hassasiyetlerini ve bugününü önemsemediği de ortaya çıkıyordu. Diyarbakır’daki, Van’daki ya da Batman’daki bir oluşumun hassasiyetleri içinde İstanbul, İzmir, Bursa ve diğer yerler var iken, söz konusu yerlerdeki oluşumlar tam da ulus devlet normlarına paralel olarak, hayatı batı yakadan ibaret görüyorlardı. Dahası batıdaki yapılanmaların çoğu sanılanın aksine “milli” karakterli idi. Bu yapılar tarafından geliştirilen “evrensel söylemler”, Kürdistan sözkonusu olduğunda devredışı bırakılıyordu. Farklı düşünen sınırlı sayıda çevreler için de, daha öncelikli meseleler görünüyordu. Geliştirilen bütün projeler batı yakanın hassasiyetlerine göre şekilleniyordu. Bölge hassasiyetleri ise çok farklı idi ama bu, kimseyi ilgilendirmiyordu. Bu gerçeğin farkına çok geç varıldı.
Kürdistan coğrafyasının her yönüyle batı yakadan farklı öz değerlere sahip olduğu artık çok net olarak görülüyor. Bu durumda, bölge merkezli İslamî yapılanmaların, bundan sonraki süreçte coğrafyanın özelliklerine uygun bir dil geliştirmeleri gerekmektedir. Özgün ve özgür bakışların geliştirilebilmesi için de özgün ve özgür yapılar oluşturmak gerekmektedir.
Batı yaka sistemin ruhuna uygun olarak tektipleştirilmiştir. Burada her mekân bir diğerine benzemektedir. Ama Kürdistan coğrafyası şükür ki hâlâ çok renklidir. Bu renkliliğin doğal ortamında korunabilmesi, tarihî komşuluk ilişkilerinin en ideal şekilde sürdürülebilmesi için, yerel dilin tarihî birikimini kullanmak gerekmektedir. Bütün inanç gruplarının ve bütün etnik yapıların özelliklerini gözönünde bulunduran, coğrafyanın hayat damarlarına vakıf, halkın dilini kullanabilen bir yerel yapılanmanın zorunluluğu ortadadır.
İslamî sorumluluğun bedellerini ödeyen bütün fikir önderlerini yeniden yorumlayarak, bölgenin ruhuna uygun tercümeler yaparak, bir bakış açısı geliştirmek gerekmektedir. Şeyh Said’i, Said-i Kürdî’yi hatırlayarak, yaşatarak, anlamaya çalışarak bir direniş dili oluşturulmalıdır.
İstanbul’da oluşturulan bir dilin Diyarbakır’da, Şırnak’ta hiçbir karşılığının olmadığı / olmayacağı görülmelidir. Aynı şekilde İstanbul merkezli bir yapılanmanın, Kürdistan coğrafyasına katacağı fazla bir şeyin olmadığı da görülmelidir. Eğer bir gün İslamî yapılanmaların Kürdistan’a bir olumlu katkısı olacaksa, bu katkı bölge merkezli çevrelerden olacaktır.
Bu çevrelerin bir kısmı arasında geçmişe dayanan olumsuz nedenlerden dolayı kalın duvarlar örülmüş olabilir. Ancak kayda değer olmayan bazı nedenlerle ayrı düşen kimi yapılanmaların bir an önce farklılıkları önemsizleştirip bölgesel bir İslamî yapılanmaya gitmeleri, bunu da deklere etmeleri hayatî önem taşımaktadır.
Kuzey Kürdistan’ın, bir Kürdistan İslamî Hareketi’ne ihtiyacı vardır. Bölge evlatlarının kendilerini ifade edebilecekleri, evsahibi hissedebilecekleri böyle bir yuvaya kavuşmaları sağlanmalıdır. Bu ihtiyaç giderilmediği müddetçe, ilgili herkes, ilgili her çevre vebal altında olacaktır.
Mısır ve İran’daki oluşumların tarih boyunca beslendikleri damarların da etkisiyle, uygulama süreçlerinde birbirlerinden etkilenmeden, tamamıyla ait oldukları toprakların, kültürlerin ruhuna uygun bir dil geliştirmiş olmaları, bu oluşumlar için bir artı değere dönüşmüş, her biri ayrı bir ekol olarak mücadele sahnesinde yerini almıştır. Bu ekoller, oldukça verimli eserler ortaya çıkarmış, ülkelerindeki siyasî ve toplumsal atmosfere müdahale edebilmişlerdir. Mısır ekolü birçok kayda değer şahsiyet yetiştirmiş, İslamî itirazın örnek kişiliklerini ortaya çıkarmayı başarmıştır. İran ekolü de mücadelesini bir devrimle sonuçlandırmış, yirminci yüzyılın küresel siyasî yorumcularının tezlerini gözden geçirmelerine neden olmuştur.
Bu hareketlerin yerel bazdaki bu başarılarının, besledikleri birçok çelişkiye rağmen bir açıdan hedefe ulaşmalarının önemli sebeplerinden biri, içinde yaşadıkları toplumu iyi tanımaları ve bu toplumun gerçeklerine göre alternatifler geliştirmeye çalışmalarıdır. İthal reçetelere yönelmemeleri, bunlardan medet ummamalarıdır. Tarihten gelen birikimi günün şartlarına uyarlayabilmeleri ve tarihsel dili yeniden yorumlayarak bir direniş ve itiraz yöntemi geliştirebilmeleridir. Gerek Mısır’ın, gerek İran’ın tarihsel birikiminin ve bu birikimle ilişkideki sürekliliğin, bu hareketler için bir avantaja dönüştüğü ortadadır.
Türkiye’de ise özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında uygulamada olan ağır baskıcı düzenin, geçmiş ile bütün bağların koparılmasında başarılı olması, tarihten gelen bir dilin avantajlarından yararlanılmasına engel olmuştur. Görece daha rahat olan yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise, bütün birikimler kaybedilmişti. Yerel unsurlar meseleyi kavramaya başladığında, Mısır hareketi bedeller vere vere meydan okumaya devam ediyor, İran’daki mücadele adım adım zafere koşuyordu. Oysa bu tarafta ne teorik ne de pratik anlamda bir oluşumdan söz etmek mümkündü. Aradaki devâsâ açık, tercüme eserlerle kapatılmaya çalışıldı. Bu yönelim kuşkusuz, oldukça kolay ve kısa vadede gayet verimliydi. Ancak; kendi düşünce havzalarını oluşturamayan yerel gruplar, tercümelerin etkisi ve heyecanı bittiğinde, ortada kaldılar. Tercüme söylemlerin yerelde aynı etkiyi yapmadığı görüldüğünde de bir çıkış yolu geliştirilemedi. Bunun sonucunda, büyük heyecanlarla oluşturulan yapılar, bir şekilde sistemle bütünleşerek asıl iddialarından uzaklaştılar. Ayağı yere basmayan söylemlerin yerini tamamıyla teslimiyetçi ve statükoya paralel söylemler aldı. Bağlı olarak Kuzey Kürdistan’da da, farklı dinamikler olmasına rağmen benzer durumlar yaşandı.
Sistemin milliyet olarak Türkleştirme, mezhep olarak Hanefîleştirme hamlelerine maruz kalan Kuzey Kürdistan, medreselerin kapatılması ve eğitim dilinin Latin alfabeli Türkçe olması neticesinde batıdan gelen dalgaların etkisinde kaldı. Geçmiş ile bağları henüz tamamıyla kopmamış olmasına rağmen, biraz da gönüllü bir hamle ile, Anadolu’nun geçirmekte olduğu sürece ortak oldu.
Aslında; Şeyh Said’in eylem pratiği, Said-i Kürdî’nin düşünsel etkisi hâlâ çok canlıydı. Kürdistan’da büyüyüp gelişen Nakşibendîlik damarı, birçok olumsuzluğun yanında hatırı sayılır olumlu altyapılar oluşturmuştu. Resmen kapatılmış olmalarına rağmen, köy camilerini mesken tutarak ayakta durmaya çalışan Kürdistan medreseleri, birikimlerden yararlanmaya devam ediyordu. Ancak başta eğitim dilinin Türkçe olması, çok yoğun bir asimilasyon sürecinin devam ediyor olması ve daha birçok nedenden dolayı bütün bu imkânlar yeterince değerlendirilemedi.
Bu süreçte Mısır ve İran’dan Türkçe'ye tercüme edilen eserler, Anadolu’nun şartlarına bile uyarlanmadan, çok farklı bir coğrafya olan Kürdistan’a kaydırıldı. Bölgedeki oluşumlar tarafından büyük bir heyecanla karşılanan bu yeni “kutsal metinler” referans gösterilerek yeni bir nesilin ortaya çıkmasına ortam hazırlandı. Her biri birer ulus devlet olan Mısır ve İran’da yazılan eserler, yine katı bir ulus devlet olan Türkiye’de tercüme edilmişti. Asimilasyonun, yok sayılmanın bütün çirkinliklerini göğüslemek zorunda kalan Kürdistan’da da yorumlanmaya çalışılıyordu.
Şüphesiz ki; Müslümanca bir bakışın gelişmesi noktasında bu eserlerin katkısı hafife alınamaz. Bu anlamda İslamî camiadaki herkesin bu eserlere bir borcu vardır. Ancak; sözkonusu eserlerin bölgesel gerçeklikler ışığında okunamaması, tercümelerin de Türkçe olması, aslında kültürel olarak Türkçe ile hiçbir bağı olmayan bölge açısından olumsuz bir durum oluşturuyordu. Bu eserler tercümenin tercümesi şeklinde okunuyordu. Buda eserlerin belki de ana fikirlerinin gözardı edilmesine neden oluyordu.
Bunun yanısıra bu dönemde, medreselerinde sözkonusu eserleri orijinalinden ders olarak okutarak, yerel gerçeklikler ışığında değerlendirmeye çalışan bazı öngörülü bölge âlimlerinin bu çabalarının, eserlerin istenilen faydayı vermelerine katkıda bulunduğunu da zikretmek gerekmektedir. Ancak; bu oldukça lokal bir çalışmaydı ve geneli etkilemesi beklenemezdi.
Bir süre sonra yerel oluşumların bölge gerçeklerinden koptuğu anlaşılmaya başlandı. Bir hayal dünyasında yaşıyorlardı ve öngörülebilir gelecekte gerçekleşmeyeceği ortada olan kimi idealler uğruna Kürdistan’ın bugününden vazgeçmiş görünüyorlardı. Dahası batı yakadan gelen yönlendirmelerin, ortaya çıkarılan hassasiyetlerin daha çok ulus devlet normlarına uygun olduğu, kimsenin bölgenin tarihsel gerçeklerini, halkının hassasiyetlerini ve bugününü önemsemediği de ortaya çıkıyordu. Diyarbakır’daki, Van’daki ya da Batman’daki bir oluşumun hassasiyetleri içinde İstanbul, İzmir, Bursa ve diğer yerler var iken, söz konusu yerlerdeki oluşumlar tam da ulus devlet normlarına paralel olarak, hayatı batı yakadan ibaret görüyorlardı. Dahası batıdaki yapılanmaların çoğu sanılanın aksine “milli” karakterli idi. Bu yapılar tarafından geliştirilen “evrensel söylemler”, Kürdistan sözkonusu olduğunda devredışı bırakılıyordu. Farklı düşünen sınırlı sayıda çevreler için de, daha öncelikli meseleler görünüyordu. Geliştirilen bütün projeler batı yakanın hassasiyetlerine göre şekilleniyordu. Bölge hassasiyetleri ise çok farklı idi ama bu, kimseyi ilgilendirmiyordu. Bu gerçeğin farkına çok geç varıldı.
Kürdistan coğrafyasının her yönüyle batı yakadan farklı öz değerlere sahip olduğu artık çok net olarak görülüyor. Bu durumda, bölge merkezli İslamî yapılanmaların, bundan sonraki süreçte coğrafyanın özelliklerine uygun bir dil geliştirmeleri gerekmektedir. Özgün ve özgür bakışların geliştirilebilmesi için de özgün ve özgür yapılar oluşturmak gerekmektedir.
Batı yaka sistemin ruhuna uygun olarak tektipleştirilmiştir. Burada her mekân bir diğerine benzemektedir. Ama Kürdistan coğrafyası şükür ki hâlâ çok renklidir. Bu renkliliğin doğal ortamında korunabilmesi, tarihî komşuluk ilişkilerinin en ideal şekilde sürdürülebilmesi için, yerel dilin tarihî birikimini kullanmak gerekmektedir. Bütün inanç gruplarının ve bütün etnik yapıların özelliklerini gözönünde bulunduran, coğrafyanın hayat damarlarına vakıf, halkın dilini kullanabilen bir yerel yapılanmanın zorunluluğu ortadadır.
İslamî sorumluluğun bedellerini ödeyen bütün fikir önderlerini yeniden yorumlayarak, bölgenin ruhuna uygun tercümeler yaparak, bir bakış açısı geliştirmek gerekmektedir. Şeyh Said’i, Said-i Kürdî’yi hatırlayarak, yaşatarak, anlamaya çalışarak bir direniş dili oluşturulmalıdır.
İstanbul’da oluşturulan bir dilin Diyarbakır’da, Şırnak’ta hiçbir karşılığının olmadığı / olmayacağı görülmelidir. Aynı şekilde İstanbul merkezli bir yapılanmanın, Kürdistan coğrafyasına katacağı fazla bir şeyin olmadığı da görülmelidir. Eğer bir gün İslamî yapılanmaların Kürdistan’a bir olumlu katkısı olacaksa, bu katkı bölge merkezli çevrelerden olacaktır.
Bu çevrelerin bir kısmı arasında geçmişe dayanan olumsuz nedenlerden dolayı kalın duvarlar örülmüş olabilir. Ancak kayda değer olmayan bazı nedenlerle ayrı düşen kimi yapılanmaların bir an önce farklılıkları önemsizleştirip bölgesel bir İslamî yapılanmaya gitmeleri, bunu da deklere etmeleri hayatî önem taşımaktadır.
Kuzey Kürdistan’ın, bir Kürdistan İslamî Hareketi’ne ihtiyacı vardır. Bölge evlatlarının kendilerini ifade edebilecekleri, evsahibi hissedebilecekleri böyle bir yuvaya kavuşmaları sağlanmalıdır. Bu ihtiyaç giderilmediği müddetçe, ilgili herkes, ilgili her çevre vebal altında olacaktır.
30 Mayıs 2013 Perşembe
Kürdistan’a Dönüş
Kürdistan’da yaşanan zihinsel ve fiziksel göçün faturası çok ağır olmuştur. Ait oldukları topraklardan göç etmek zorunda kalanlar, her yönüyle yabancı oldukları diyarlarda, her türlü olumsuzlukla, kendi başlarına mücadele etmek zorunda kaldılar. Hemen her yerde üvey evlat muamelesi gördüler. Adı konulmamış bu sürgünde ne Kürdistanlı kalabildiler, ne de sığındıkları toplumların onurlu birer bireyi olarak kabul gördüler.
Ana Coğrafyanın batısına doğru yapılan bu hicrette, ne Ensârlarla karşılaşılabildi, ne de Muhacir olmanın bilinci geliştirilebildi. Sürgün neslin İnşaat işçisinden, fikir işçisine kadar bütün emekçileri, içinde dolaştıkları sokaklarda sadece birer “dolgu malzemesi” görevi gördüler. Ekonomik olarak sıyrılıp bir makama ulaşanları da, inşaat’larda ömür tüketenleri de, zihin dünyasını geliştirip, hayata dair bir cümle kurabilenleri de içinde bulundukları ortamların ancak birer “elemanı” olabildiler. Bir makam elde edebilenler de tamamıyla taklitçi ve özünü görmezden gelen bir duruş sergilediler.
Bu, sadece fiziksel göç yaşayanların bir gerçekliği olarak kalmadı. Kürdistan’da yaşadığı halde zihinsel göçe maruz kalanlarda da bu durum yaşandı/yaşanmaktadır. Aslında gerçekleşen zihinsel sürgün, fiziksel sürgünden çok daha ağır bedeller ödetti. Bu gerçeği cesurca dile getirmek gerekiyor. Kürdistan’da mukim olanlar da, yad ellerde ömür tüketen fikir işçileri de, kendi ideolojik dünyalarını kurgularken çoğunlukla Kürdistan gerçeğini ıskaladılar. Zihinsel olarak yerleşik bulundukları toplumların, çevrelerin önceliklerini, hassasiyetlerini, meselelerini öncelediler. Bu, bazen Aziz İslam adına, İslam kardeşliği adına yapıldı, bazen Marksist bir dünya adına, evrensel yoldaşlıklar adına yapıldı. Ne yazık ki; kurulan cümlelerin hiç birinde Kürdistan evlatlarının acıları, ihtiyaçları, aidiyetleri, temel sorunları gereği gibi yer almadı. Dışarıdan gelen etkilerle ve tamamen pragmatist nedenlerle bazen gündeme gelen Kürdistan çocukları, içi doldurulmamış kardeşlik cümleleriyle ve evrensel acıların hatırlatılmasıyla ötelenebildi.
Yoğun fiziksel göçe ev sahipliği yapan şehirlerin varoşlarında gerçekleşen trajedilere dair, adam akıllı cümleler kurulamadı. Mersin’de, Adana’da, İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da ülkenin değişik merkezlerinde, Avrupa’nın birçok ülkesinde, dün ile bugün arasında gidip gelen, ne Kürdistanlı kalabilen ne de yeni ortama adapte olan, dahası en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan nesiller, acılarıyla baş başa kaldılar. Kurulan gettolarda yaşanan, dünyanın başka taraflarında her biri ayrı bir çalışma konusu olabilecek nice trajediler, görülemedi bile. İntiharlar, cinnetler, adli vak’alar, çoğu zaman istatistik konusu bile olmadı. Bu merkezlerdeki olumsuzluklar gündeme geldiğinde de, çoğunlukla, göçle gelenlerin” kalitesizliğine”, “görgüsüzlüğüne”, “medenileşememiş” olmalarına yorumlandı. Vicdan sahibi çoğu çevreler bile bu insanları en iyi ihtimalle “hidayete, ıslaha, himmete muhtaç zavallılar” olarak gördüler. Gariptir ki; bu ortamlardan bir şekilde sıyrılan birey ve çevreler de, hâkim kültürün jargonunu kullanarak, özgür bir dünyaya dair yıldızlı cümlelerle süslenmiş bir dil geliştirdiler. İdeolojik körlük sayesinde, etraflarındaki travmaları seçkinci yorumlarla geçiştirdiler.
Gerek doğal Kürdistan’da, gerek göçle oluşan küçük Kürdistan’larda, yeni nesiller savrulmaya devam etti. Köyünden, tarlasından, yaşam tarzlarından koparılan, dil bilmez, yol bilmez nice aileler, şehrin acımasız çarkları arasında her türlü imkânsızlığı ve beraberinde her türlü acıyı yaşadı. Ne yazık ki psikolojik ve sosyal çöküntünün yaşandığı bu yerlerde, hiç kimse bir toplumsal rehabilitasyonu öncelemedi. İdeolojik takıntılarla ve aşırı siyasallaşmış bakışlarla, bireyler ve aileler göz ardı edildi.
Hedefe kilitlenen yaklaşımlarla, mekanik, ruhsuz bir bakış gelişti. Düşük yoğunluklu savaşın olumsuz etkileriyle de her gün yeni bir sarsıntıyla karşılaşıldı. Bu süreçte, her gün büyüyen acıların ve ortaya çıkan sorunların çözümü için gereken çabalar gösterilmedi.
Kürdistan menşeli birçok münevverin ve bir çok oluşumun bu süreçte yanı başlarındaki yıkımı görmemekte ısrar ederek, kardeşlik ya da başka evrensel duygular adına dünyanın başka bölgelerindeki mazlumiyetler için gözyaşı dökmeleri, eylem geliştirmeleri trajikomik bir durumdur. Şüphesiz ki, acılar sadece Kürdistan kökenli değildir. Yeryüzünün her yerindeki acılara aynı duyarlılıkla tepki vermek münevver olmanın, dahası İslam olmanın, İnsan olmanın gereğidir. Ancak; içerdeki acıyı öteleyerek bütün enerjisini başka kanallara yönlendirmenin, başka acılara ortak olmanın mantıklı bir izahı olmasa gerektir. Aynı şekilde kendi meselelerine eğilmeyenlerin, başkalarının ilgisizliğinden şikâyet etmesinin de bir anlamı yoktur. Zaten; bireysel kimi duruşların hakkını teslim etmekle beraber, yaşananlar göstermiştir ki; Kürdistan’ın acıları bugüne kadar kurumsal olarak dışarıdan kimseyi ilgilendirmemiştir. Hal böyle iken, iç meseleleri halletmeden bir adım öteye yönelmenin açıklanabilir bir yanı yoktur.
Sözün özü; Kürdistan evlatlarının zihinsel göçü tersine çevirerek, gerek doğal Kürdistan’ın gerekse göçle gelen küçük Kürdistan’ların yeniden zihinsel inşasına katkı sağlamaları gerekmektedir. Travmalar yaşayan insanların, rehabilite edilerek hayata kazandırılmaları, çok boyutlu bir eğitim görmeleri sağlanmalıdır. Kürdistanlıların İnsanlık ailesi içinde hak ettikleri yere konumlanmaları, öncelikle kendi sokaklarına, mahallelerine, şehirlerine, coğrafyalarına ve elbette insanlığa katkıda bulunmaları için öz güçlerini kazanmaları sağlanmalıdır.
Kürdistanlı münevverlerin, insanlığa yapabilecekleri en büyük katkının kendi coğrafyalarına ve kendi insanına bir zihinsel perspektif geliştirmeleri olduğunu görmeleri gerekmektedir.
Yaşanan zihinsel sürgünün, bir Kürdistan’a dönüş hamlesiyle son bulması, yeniden diriliş kapısının aralanması gerekmektedir. Her şeyden çok bir zihinsel donanıma ve bir zihinsel devrime ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.
28 Şubat 2013 Perşembe
Barış Dedikleri
“Barış” ifadesi saldırıya uğramış, iğdiş edilmiş, anlam kayması yaşamıştır. Kimin hangi zamanda hangi amaçla kullandığı çoğu zaman belli değildir. Bu tanımlama çoğu zaman işgallerin, zulümlerin, savaşların meşrulaştırılması için kullanılmıştır. Halkların sömürülmeyi daha erken hazmedebilmeleri için önemli bir tanımlama olmuştur. Yaşanan acı tecrübeler bu tanımlamaya karşı dikkatli olmak gerektiğini gösteriyor.
Gelinen süreçte Kürt Meselesi ve PKK çerçevesinde de sık kullanılan bu ifadeyi kimin hangi amaçla kullandığını, bu ifadenin arkasında neler gizlediğini kestiremiyorum. Bu nedenle de temkinli ve tedirgin duruyorum. Bu anlamda şahsen başlatılan süreci, gerçek anlamıyla bir “Barış Süreci” yâda “Çözüm Süreci” olarak değil, iki güç arasında gerçekleşen bir anlaşma süreci olarak görüyorum.
Bunu söylerken, süreci önemsizleştirmeye çalışmıyorum. Bu sürecin bir şekilde olumlu neticelenmesi, silahların karşılıklı olarak susturularak savaşın durdurulması için, yapılabileceklerin desteklenmesi gerektiği aşikârdır. Zaten; mevcut talepler için silahlı bir mücadelenin anlamsızlığını da görmek gerekiyor. Bu nedenle de daha dikkatli konuşmanın, girişimlerin başarı şansını arttıracağını, yâda en azından başarısızlık için ortam oluşmasına engel olacağını göz önünde bulundurmak gerektiği de ortadadır.
Ancak; süregelen savaşın bir an önce bitmesi ve bir yol haritası çizilmesi anlamında desteklenmesi gereken bu sürecin, yeni asimilasyon ortamlarına dönüşmemesi için de dikkatle takip edilmesi ve yönlendirilmesi gerekiyor. Duyarlı bütün kamuoyunun hem savaşın durdurulması, hem de, mağdur Kürt Halkı’nın bütün haklarının iade edilmesinin önünün açılması çabalarını birlikte yürütmesi gerekmektedir. Silahları devre dışı bırakmak için yapılan girişimlerin tek başına bir şey ifade etmeyeceği bilinmeli, ona göre hareket edilmelidir.
Anlaşma sürecinin bir hezimetle, yeni bir istismarla sonuçlanmaması için, ana aktörlerin yanı sıra bütün baskı gruplarının, bütün bilinçli halkın bir şekilde sürece dahil olması, süreci etkilemesi, sesini uygun bir dille yükseltmesi çok önemlidir. Bu süreç sadece ana aktörlere bırakılmayacak kadar hassas ve netamelidir.
Tarafların Kürt/Kürdistan meselesi çerçevesinde çıtayı oldukça aşağılara çektiğine, neredeyse meselenin sadece PKK’nin silah bırakması yönünde değerlendirildiğine dair izlenimler gittikçe güç kazanıyor. Kapalı kapılar ardında nelerin konuşulduğunu bilmiyoruz. Ancak; eğer böyle bir anlaşma zemini düşünülüyorsa, vicdan sahibi, bilinç sahibi hiç kimsenin bunu kabul etmeyeceğinin de bilinmesi gerekiyor. Devlet bu süreç sonunda PKK’yi silah bırakmaya ikna edebilir. Örgüt üyelerini bir şekilde sisteme entegre de edebilir. Ancak eğer somut ve garantili adımlar atmazsa, Kürt Halkı’nı eskisi gibi ikna etmesi mümkün değildir.
Eğer bu süreç bir “Toplum Sözleşmesi” sürecine evrilirse, bu sözleşme, tek taraflı hassasiyetlere ve bir kesimin haksız serzenişlerine göre değil, mağduriyetlerin giderilmesi ve hakların iade edilmesi çerçevesinde yapılmalıdır. Bu yaklaşım tarzının bir lütuf olmadığını, çok yönlü bir gaspın iade aşamaları olduğunu konuşmak, bunu izah etmek, kendi kamuoyunu ikna etmek, sorumlu tarafların, kanaat önderlerinin ve akîl adamların meselesidir. Toplumun köklü değişime hazır olmadığı mazeretiyle masaya oturanların kalıcı sonuçlarla kalkma ihtimalinin olmadığı göz ardı edilmemelidir. Özellikle anadil eğitimi başta olmak üzere olmazsa olmaz adımların atılmaması, sürecin başarısızlığı olarak addedilecektir. Böyle bir durumda yolun başına dönülmüş olacaktır. Yeniden başlangıç noktasına dönülmesine müsaade edilmemelidir. Mağdur Kürt Halkı’nın bir yüzyıl daha kaybetmeye tahammülü yoktur.
Anlaşma sürecinin mümkün olan en fazla hak iadesiyle sonuçlanması durumunda ise toplumsal rahatlamanın sağlanacağını, akl-ı selim ile hareket ihtimalinin artacağını görmek gerekmektedir. Bu durumda; daha sağlıklı adımlar atma, çok yönlü mağduriyetlerin önüne geçme imkânı elde edilebilecektir. Meselenin daha genel çözümü için alternatifler konuşulabilecektir.
Kürt/Kürdistan meselesi uzun soluklu bir meseledir. Aşamaları olan bir meseledir. Bu meselenin Hak ve adalet çerçevesinde çözüme ulaşması, sanıldığından daha çok zihinsel ve fiziksel çabaya ihtiyaç duymaktadır.
28 Ocak 2013 Pazartesi
İmralı Süreci Desteklenmelidir
Kürt/Kürdistan Meselesinde, silahların devre dışı bırakılması amacıyla başlatılan ve İmralı süreci diye adlandırılan görüşmeler zincirinin kalıcı bir ateşkesle sonuçlanması için, kirli savaşın durdurularak silahın meselenin merkezinden çıkarılabilmesi için erdem sahibi her bireyin, her çevrenin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerekmektedir. Bu süreçte sarf edilecek her dikkatsiz ifade, hesabı yapılmadan ortaya konacak her tavır, kirli savaşın yeniden bir kör dövüşüne dönüşmesine sebep olan kıvılcım görevi görebilir. İstismara açık olan bu savaşın yeniden tahammül edilemez ve müdahale edilemez bir noktaya gelmesinin hesabını hiç kimse veremez. Bu yükün ağırlığını hiç kimse taşıyamaz.
Bu anlamda hassas ve aynı zamanda netameli süreçlerden geçiyoruz. Bu tür durumlarda tarafların tedirgin olması, dikkatli adımlar atması, karşı tarafın hamlesini beklemesi doğaldır. Yaşanmış onca acı tecrübe, karşılıklı yapılan sayısız kara propaganda, halen kullanılan pervasızca ifadeler eşliğinde aklıselim ile hareket edip, bir noktaya ulaşmaya çalışmak her zaman için risklidir. Bu riski göz ardı etmemek gerekmektedir. Önemli olan süreci baltalayacak ifadelerden, eylemlerden kaçınmak ve olası tahriklere karşı tedbirli olmaktır.
İki yüzyıllık mücadele süreci ortaya çıkarmıştır ki; bu meselenin çözümü silahla mümkün görünmemektedir. Geçen sürede silahın sadra şifa bir ortam hazırlamadığı ortadadır. Kürt tarafı için de, hâkim güç için de şiddetin getirilerinin götürdüklerinden fazla olduğunu iddia etmek çok güçtür. Silahın bu topraklardaki yaşam koşullarında sadece felaketler getirdiği, ortadadır. Bu gerçeği her iki taraf ta, kamuoyu da çok iyi bilmelidir.
Şu anda taraflarca başlatılan görüşmeler, dökülen kanın durdurulması için bir fırsattır. Bu fırsat taraflarca değerlendirilmelidir. Devlet ve örgüt arasındaki temasta korkuların bertaraf edilmesi için, her iki tarafa ait kamuoyunun açıkça destek ve katkı vermesi gerekmektedir. Devletin kibirli duruşunda hafif bir esnekliğin hissedildiği bu durumda, özellikle sivil toplum örgütlerinin, akil adamların, sorumluluk sahibi çevrelerin açık ve keskin bir destek sunmaları çok önemlidir. Devletin herkes ile görüşülebileceğini, bunun abartıldığı gibi bir durum olmadığını, özellikle içerdeki çevrelerin hem kamuoyuna, hem devletin yetkili birimlerine ifade etmesi gerekmektedir.
Genel itibariyle örgüte ait kamuoyunun sorunun çözümüne daha yakın bir yerde olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Gerek örgüt, gerekse de bağlantılı birimlerin her fırsatta, “devlet ile ortak bir gelecek” talep ettikleri ortadadır. Taleplerin bu kadar aşağıya çekilmesinin kendi başına açık bir “taviz” olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda silahlı mücadelenin gereği ve anlamı kalmamıştır. “Ortak bir gelecek” için silahlara sarılmanın, karşılıklı şiddet uygulamanın anlamı ve mantığı yoktur. Şu anda örgütün öne çıkardığı öncelikler için de, devletin bunlara karşı çizdiği kırmızı çizgileri için de silahlı mücadelede ısrar etmenin bir açıklaması yoktur. Benim görebildiğim kadarıyla, eğer devlet bu görüşmelerde gerekli ciddiyeti ve cesareti gösterebilirse, aşama kat etmek mümkün olabilecektir. Bunun için de aynı yakınlığı, devlete ait kamuoyunun da açıkça göstermesi, devlet birimlerini cesaretlendirmesi ve atılacak adımların destekleneceğini çok net ifade etmesi gerekmektedir.
Bu sürecin başarıya ulaşması herkes için bir artı değer getirecektir. Bunu söylerken, bu sürecin Kürt/Kürdistan meselesinin nihai çözümünü beraberinde getireceğini iddia ediyor değilim. Zaten bu anlamda; taraflarca net ifadeler kullanılmamaktadır. Daha çok silahların susturulması/bırakılması yönünde çaba sarf edilmektedir. Örgütün ve bağlantılı kurumların nihai hedefler açısından çıtayı oldukça aşağılara çekmiş bulunmalarına karşılık, muhtemelen devlet tarafından da bazı adımlar atılacaktır. Bazı küçük haklar iade edilecektir. Bu iadelerin ne ifade ettiği, yeterlilik ve işlevleri süreç içerisinde değerlendirmeli, itirazlar şiddet dışı yöntemlerle dile getirilmelidir.
Her şeye rağmen silahların susması, şiddete dayalı bir mücadelenin devre dışı bırakılması gerekmektedir. Herkesin, her kesimin çok net bir şekilde, bundan sonraki süreçte şiddete yer olmadığını bilmesi ve ona göre bir rota çizmesi gerekmektedir. Kararlı, bilinçli, istikrarlı bir mücadelenin önünde hiçbir gücün duramayacağını, bu mücadele için silahın, şiddetin tek yol olmadığını, dahası silahın çoğu zaman birçok şeyi engellediğini, örgütlü ve dikkatli mücadeleler sürdürmek gerektiğini bilmek gerekmektedir. Şiddeti mahkûm etmek ve daha sonra da bütün sivil kanalları zorlamak gerekmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)