Doksanlı yılların ortalarından itibaren, henüz bir öğrenci iken, memlekette söz sahibi olma iddiasında olan muhalif İslami çevrelerin bir çoğu ile değişik ortamlarda Kürt/Kürdistan meselesi merkezli görüşmeler yaptım. Temel tezim; muhalif İslamcı çevrelerin Kürt meselesi konusunda dikkate değer sorumluluklar alması gerektiği yönündeydi.
Bu anlamda görüşlerimi kimi çevrelerde taban ile, kimi çevrelerde yetkili sayılabilecek kişilerle paylaştım. Kendilerine bu meselede inisiyatif almaları gerektiğini, sorunun gittikçe çetrefilleştiğini ve Kürtlerin mağduriyetlerini öncelikle İslamcıların sahiplenmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bunu yapamazlarsa bile, Kürdistanda yetişmiş, meselenin acılarını yaşamış bireylerin önünü açmalarını, hassasiyetlerini gözönünde bulundurmalarını önerdim. Aksi durumda bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu, bir noktadan sonra Kürdistanlı İslamcılar nezdinde inandırıcılıklarını kaybedeceklerini, bu gelişmenin de beraberinde olumsuzluklar getireceğini anlatmaya çalıştım. Muhataplarımın hemen hepsi; “Kürt Sorunu” diye ifade edilen meselenin bir vakıa olduğunu, ancak bu meseleyi merkeze alan bir çalışmanın kendileri açısından mümkün olmadığını ifade ettiler. Böyle bir çabanın, herşeyden önce Kürt meselesini sahiplenen kimi çevrelerin işine yarayacağını, bunun da anlamlı olamayacağını dile getirdiler. Bu yaklaşım tarzı aslında söz konusu çevrelerin daha çok resmi söyleme yakın durduklarını gösteriyordu. Farklı ortamlarda benzer önerilere, benzer cevapların verildiğini de biliyorum.
O yıllar, oldukça sıkıntılıydı. Özellikle Kürteselesine dokunmak ciddi sorumluluk istiyordu. Anlayabildiğim kadarıyla; bir çok yapı açısından, Kürt meselesine dokunmanın “cemaatsel çıkarlar” açısından hiç bir getirisi görünmüyordu. Dahası merkeze alınan batı toplumunu kaybetme riski de vardı. Kürtler zaten mütedeyyin idi. Onlarla ilgili ciddi bir çaba gerekmiyordu. Bir çoğuna göre; üç beş kardeşlik cümlesi ile “tav olmaya”, herşeylerini feda etmeye hazır bir toplumdu Kürtler. Bu durumda kazanılması gereken diğer kesimleri uzaklaştıracak eylemerden ve söylemlerden kaçınmak gerekiyordu.
Kimi çevrelere göre bir cumhuriyet dönemi problemi olan bu mesele, ancak “İslam Devrimi” ile çözülebilirdi. Hepimiz devrime odaklanmalıydık. Birgün devrim yapacaktı bu abiler ve hepimiz sihirli bir değnek ile kurtulacaktık.
Bir çok meseleyi gündemleştirmekten geri durmayan kimi çevreler de İkincil bir konu olarak gördükleri bu mesele için riske girmeye gerek duymuyorlardı. Onlara göre , devletin hassasiyetleri vardı. Bu hassasiyetler paylaşılmasa da, dikkatli olmak gerekiyordu. Daha farklı gerekçeleri olanlar da vardı. Ama hemen hepsi meselenin acıtacak taraflarına bulaşmadan ilerlemek istiyordu. Genel olarak tablo böyle idi.
Bunları söylerken toptancılık yapıyor değilim. Ama hakim bakış açılarının bende bıraktığı izlenim bu şekilde idi. Bunun istisnaları şüphesiz vardı. Ancak; daha çok teorik olarak kalan ve bir samimiyet testinden geçmeyen yaklaşımların bir getirisi olmadı. Bu anlamda belli bazı kesimler tarafından gerçekleştirilen forumlarla, sempozyumlarla, çalıştaylarla mesele teorik olarak ele alındı ise de hiç bir zaman pratikte Kürt meselesine yönelik sorumluluk alınmadı. Çoğunlukla hakim gücün açtığı alan üzerinden bakış açıları geliştirildi.
Aslında söylenebilir ki; Türkiye’deki islamcı çevrelerin büyük çoğunluğu hiç bir zaman Kürt/Kürdistan meselesinde, hakkı hukuku gözeten bir duruşa sahip olmadı. Adil şahitler olma çabasında olanlar da oldukça azınlıkta idi. Bunların da büyük çoğunluğu yine meselenin içinde yetişen bireylerden oluşuyordu. Yapıların genel duruşları itibariyle her zaman mesele üç beş yaldızlı cümle ile, suçun laik-Kemalist düzene yüklenmesi ile geçiştirildi. Meseleye hassasiyetle yaklaşanlar da ya dışlandı ya da engellenmeye çalışıldı. Bu süreçte bütün itirazlarımız, “milliyetçilik” yaftasıyla gölgelendi. Kimi yapılanmaların geliştirdiği söylemler oldukça çekici ve anlamlı görünse de, iş eyleme geldiğinde herhangi bir varlık gösterilemedi.
Ak Parti’nin İktidara gelmesiyle birlikte de “nimetten pay alma” yarışı başladı. Muhalif İslamcı çevreler tek tek iktidarla yakınlaşarak sistem içi çalışmalara odaklandı.
Bizi devrimi beklemek konusunda ikna etmeye çalışanların büyük bir kısmı ellerinde parti bayraklarıyla yeni dönemi selamladılar. “Devrimci” bir çok arkadaşımız, güncel politik tartışmalara kapılarak sistem içi açılan alanları yeterli gördü. İktidarın lütufları karşısında büyülenen bazı dostlarımız, iktidarın herşeyi çözmesini beklememizi önermeye başladılar.
Zamanla hepimiz çok iyi anladık ki; Türkiye merkezli İslamcılığın baskın kesimi, resmi söylemden, resmi hassasiyetlerden çokta bağımsız değil. Bu noktada “Türk İslamcılığı” ve “Kürt islamcılığı” arasında ciddi ayrışmalar yaşandı. Kürdistanlı kimi islamcılar ayrışma sonrasında boşluğa düşerek farklı arayışlara girdiler. Farklı kesimlerle temasa geçerek, kendilerini ifade edebilecekleri alanlar oluşturmaya çalıştılar.
Özellikle 28 aralık 2011 tarihli Roboski katlıamı sonrasında Türkiye İslamcılığının büyük çoğunluğunun takındığı umursamaz tavır bir çoğumuzu altüst etti. Hepimiz biliyoruz ki; aynı olay başka bölgelerde, ya da farklı ülkelerde gerçekleşse idi yerli İslamcı muhalefet sokaklara akacak, bir çok etkinlikle olayı protesto edecek, faillerinin bulunmasını isteyecekti.
Ne yazık ki olay günü ve sonrası tam bir hayal kırıklığı yaşandı. İslamcı geçinen basının bir kısmı olayı hiç görmezken, bir kısmı da acıya acı katacak manşetler atarak zulmün safında yer almıştı. Muhafazakar geçinen belediyelerin üç gün sonra düzenleyecekleri yılbaşı etkinlikleri programında bile bir değişiklik yapılmamıştı. Kürt köylüsü, uçakların parçaladığı çocuklarının cesetlerini katırların ceset parçalarından ayrıştırırmak için çabalarken, Kürdistan halkı çocuklarına ağlarken, batı illerinde muhafazakar partilerin etkinliklerinde eğlence adı altında her türlü rezalet had safhada yaşanıyordu. Bütün bunlar olurken, büyük umutlarla yola çıkan “Muhalif İslamcı” yapılanmalardan hiç bir ses çıkmadı. Üç beş duygusal yazı ya da açıklama dışında hemen her kesim iradesini devletin rütinlerinden yana kullandı.
Bu ülkede geliştirilen mazlum merkezli dilin Kürdistanlı çocukları içine almadığının en önemli göstergelerinden biri idi Roboski Katliamı. Açıkça söylemek gerekirse Roboski katliamı, zihinsel ayrışmanın doruk noktası idi. O gün birçoğumuz açısından bir milat oldu. Zihinsel tedirginlik geçirenlerin büyük çoğunluğu ya islamcılıkla ilişkisini kesti, ya da yönünü tamamıyla Kürdistana dönerek yeni arayışlara girdi.
Sonrasında da,devlet açılımlar yaptıkça eski İslamcı yeni muhafazakar çevreler de harekete geçer gibi yaptılar. Devlet geri adım attığında da meseleyle ilgilenmediler. Aslında bütün süreçler boyunca bu ülkede İslamcılık iddiasındaki kesimlerin büyük çoğunluğu özellikle Kürt Meselesinde rüzgarın yönüne göre tavır geliştirdiler.
Muhafazakar Ak Parti hükümetinin cesur ve ısrarlı çabalarıyla süreç yön değiştirdiğinde birçok kesim için de yeni alanlar açıldı. Birçok tabu yıkıldı. Yeni dönemde Kürt meselesine dokunmak, artık ateşten çembere dokunmak değildi. Devlet ve PKK arasında başlayan dolaylı görüşmeler, sorumluluk sahibi değişik çevrelerin de çabasıyla, yeni bir boyuta evrildi.
Şüphesiz meselenin bu yönde evrilmesinde muhafazakar iktidar başrolde oynamıştır. İmralı Süreci ve Çözüm süreci olarak tanımlanan yeni dönemde meseleye ciddi anlamda neşter vuruldu. Kürt meselesi ile ilgilenmenin neredeyse “modaya” dönüştüğü herkesin ve herkesimin mesele ile ilgili bir kaç cümle sarfettiği bu dönemde, kimi islamcı çevreler de harekete geçti.
Ancak İslamcı muhalefet, gene ancak iktidarın açtığı alan kadar meseleye yönelebildi. Geliştirilen söylemlerin iktidarın ufkunu aşmamasına dikkat edildi. İlginçtir ki; devlet ve silahlı örgüt arasında dolaylı iletişimin çok yoğunlaştığı bir dönemde; daha önce meseleyi gündemleştimekten bile kaçınan kimi çevreler ön plana çıktı. Ard arda “İslami Çözüm” çalıştayları yapılmaya başlandı.
Konuyla ilgilenen bir çok kesimin iyiniyetli olabileceğini elbette gözönünde bulunduruyorum. Ancak genel görüntü bu çalıştayların bir “üst akıl” tarafından yönlendirildiği ve daha çok devlet elinin güçlendirilmesi amacını taşıdığı şeklindedir. Yani, oldukça geç kalınmış bu çabalar aslında baştan beri takınılan tavıra paraleldir. Bu nedenle çokta anlamlı bulduğumu söyleyemem. İslamcılığın Kürt meselesini gündemine almasını elbette hala önemsiyorum. Kürt/Kürdistan meselesine müslümanca bir bakışın mümkün olduğuna ve bu bakışın ortaya konması gerektiğine dair düşüncemin arkasındayım. Bu anlamda yapılacak hiç bir çalışmayı da küçümsemem sözkonusu olamaz.
Ancak; gelinen noktada anlaşılmıştır ki; yönlendirmelerle, yada “dostlar alışverişte görsün” tarzı yaklaşımlarla meseleye bir katkının yapılması sözkonus değildir. Eğer bütün gecikmişliğe ve bütün şüphelere rağmen sözkonusu çevreler bu konuda samimi iseler, yapmaları gereken şey, masa başı projeler geliştirmek değildir. Öncelikle, kendileriyle beraber hareket eden Kürdistanlıları soruna eğilmeleri ve çözümler üretmeleri konusunda cesaretlendirmelidirler. Kürdistan meselesi gündemleştirildiğinde ani bir refleksle “Ümmet” kavramını gündeme getirmekten vazgeçmelidirler. Ümmet ve Kürdistan kavramlarının birbirlerine düşman olduğu yönündeki algıyı işlemekten vazgeçmelidirler.
Tekrar tekrar söylemem gerekir ki; Kürt/Kürdistan meselesine müslümanca bir bakış mümkün ve gereklidir. Bu bakışı geliştirecekler de Kürdistan gerçeğinden kopuk kesimlerin masa başı projeleriyle hareket edecek olanlar değil, Kürdistan'ın gerçeğini yaşamış sorumluluk sahipleri olacaktır.
İstikameti bozmayacak şekilde sağlam ayaklarla basacak, özgür ve özgün hareket edecek olan sorumluluk sahiplerinin bir gün ortaya çıkacağına dair umutlarım da her zaman tazedir.