Tarih boyunca İslam Coğrafyası içten ve dıştan birçok müdahaleyle, kültürel ve düşünsel birçok yıkımla karşı karşıya kaldı. Bu süreçlerde tarifi imkânsız acılar yaşandı. Bir açıdan coğrafyalarımızın tarihi, yıkımlar ve direnişler tarihidir. Ancak denilebilir ki; bu saldırıların hiç biri, bugünlerde ortaya çıkan “iç” müdahale kadar acı ve yıkım getirmedi. Şimdiki saldırının getirilerinin ağırlığı, boyutundan çok, yapılanların Aziz İslam’a mal edilmesinden kaynaklanmaktadır.
11 Eylül eylemlerinden çok önce coğrafyalarımızda daha çok mezhepçi mülahazalarla başlayan, söz konusu tarih itibariyle de küresel boyut kazanan acımasız ve kontrolsüz bir süreç yaşanmaktadır. Bu süreçte Ortadoğu’daki kargaşanın da etkisiyle kendilerine yeni alanlar açan kimi gruplar tarafından ilgili ilgisiz birçok yerde bombalar patlatılmakta, masum insanların canına ve malına zarar verilmektedir. Sayısı her gün artan, ufukları dar ve derinlikten yoksun örgütler, şiddeti bir mücadele biçimi seçerek her tarafa saldırıyorlar. Aziz İslam’ı kılıçlarının ucuna takarak, insanları modern iletişim cihazları eşliğinde ilkel ve acımasız yöntemlerle katlediyorlar. İslam Coğrafyasının kadim halklarının topraklarını terk etmelerine neden oluyorlar. Farklı din ve mezhep mensuplarına tarifi imkânsız acılar yaşatıyorlar. Bu örgüt ve gruplar gittikleri her yere kan, gözyaşı, acı ve mağduriyet taşımaktadırlar. Dar mezhepsel argümanlarla hareket eden bu yapıların, Aziz İslam’ın pak tarihine leke sürmekten ve kalıcı yaralar açmaktan başka bir getirisi bulunmamaktadır.
Bu karanlık örgütlerin, büyüyüp palazlanmasına bir şekilde ortam hazırlayan, emperyalist çevrelerin katliamlarını ve zulümlerini işaret ederek bu yapıları sürekli temize çıkaran “yerli İslamcı” çevrelerin tavrı ise bir basiretsizlik ve adaletsizlik göstergesidir. “Kutsal yoksunu”, İslami ahlak ve basiretten mahrum bu örgütlerden hâlâ medet uman kimi çevreler, gittikçe mezhepçi politikaların esiri oluyorlar. Kendilerini söz konusu yapıları savunmak zorunda hissedenler, İslam’ın inceliğinden yoksun bu ölüm makinelerinin İslam’a ve bölge halklarına bir katkısı olmadığını anlamakta zorluk çekiyorlar. İslam adına yapılan taşkınlıkları “ önemsiz hatalar” olarak görme yanılgısını aşamıyorlar.
Hikmetten, incelikten, İslami terbiyeden uzak, yalnızca öldürmeye ve korku salmaya ayarlı bir anlayışı sadece sorunlu olarak ifade etmek, bu affedilemez suçu hafife almaktır. Dünya emperyalizminin zulümlerinden yola çıkarak, bölgenin mazlum ve mağdur halklarını yeni mağduriyetlerle karşı karşıya bırakmanın açıklanabilir hiçbir tarafı, savunulabilir hiçbir adımı yoktur. Yeni bir haricilik akımını içselleştirmemiz, hoş görmemiz beklenmemelidir. Aziz İslam’ın, hakkı gözetmeyen eylemlerden berî olduğunu yüksek sesle dillendirmek gerekmektedir. Coğrafya hâkimiyeti uğruna insanı, insani değerleri hiçe sayan, yüreği kaynaştırılacak olanları uzaklaştıran bir anlayışı İslam’a mal etmek, Aziz İslam’a iftira etmektir. Selef-i Salih’ine ihanettir. Bu iftirayı tel’ in etmek, bu ihaneti ortaya çıkarmak bir sorumluluk olarak görülmelidir.
Hakk’a ve hakikate rağmen yapılan eylemleri de, halkı hedef alma ihtimali olan her türlü şiddeti de açık yüreklilikle kınamak zorundayız. Sokak taşkınlıklarıyla ilgisiz insanların canını yakarak, yaralayarak, öldürerek vahşet görüntülerine sebep olanları da, Aziz İslam’ı mızraklarının ucuna takarak vahşet görüntülerine sebep olanları da reddetmek, benzer durumların yeniden yaşanmasına engel olmak için çırpınmak, her birimizin sorumluluğundadır.
Müslümanca bir direnişin ana ilkelerini göz ardı eden, İnsani ve dolayısıyla İslami değer yargılarını hiçe sayan hiçbir yapının değeri yoktur. Mezheplerini kutsayan, bugünün yerel ve evrensel gerçekliklerine dair tek cümlesi olmayan, şiddeti, ölmeyi ve öldürmeyi bir mücadele biçimi gören mekanikleşmiş yapıların bu coğrafyanın özlemlerini gidermeleri mümkün değildir. Bu yapıların deşifre edilerek dışlanması, öncelikle Aziz İslam’ın lekelenmemesi için önemlidir. Bu nedenle de söylemleri ne olursa olsun, masum insanları mağdur eden bütün yapılar ve etkinlikler tel’ in edilmelidir. Zalimin de mazlumun da kimliği ile ilgilenmeden, ortaya konan eylem üzerinden tavır geliştirmek gerekmektedir. İslam adına önüne gelen yerde bombalar patlatarak, kadınları ve kızları cariye yaparak, insanları korkutup göçe zorlayarak direnişte bulunduğunu iddia edenler mahkûm edilmeli, bu yaklaşım tarzı reddedilmelidir. Aynı şekilde bu zulme karşı sokağa çıktıklarını iddia ederek taşkınlık yapan, masum insanları acımasızca öldüren, fırsattan istifade İslam’a ve Müslümanlara saldıran sokak çetelerine de aynı tepkiyi göstermek gerekmektedir. Zulme itirazın bu şekilde yapılamayacağı, hak aramanın kendine özgü bir ahlakının olduğu net bir şekilde ifade edilmelidir. Direniş ahlakının her kesim için zorunlu olduğu unutulmamalıdır. Bir isyan ahlakı geliştiremeyen, isyan kültürü oluşturamayan yapıların sadece felaket getireceği göz ardı edilmemelidir. Zulmün olduğu yerde itiraz da olacaktır. Ancak kime karşı ve nasıl itiraz edileceği basiret meselesidir. Zalimin acısını ilgisiz halktan çıkarmaya çalışmak bir itiraz biçimi değildir. İtiraz geliştirirken taşkınlık yapmak ve hedef gözetmemek direniş değildir.
Direniş kendi başına kutsal bir eylemdir. Peygamberler ve Şanlı Önderler tarafından övülen, bütün zorlu dönemeçlerde elleri öpülesi kahramanları destanlaştıran müstesna bir eylemdir. Bütün kahramanların direnirken bir yandan da nasıl hakkı gözettiklerini, zulmü ve zalimi hedeflerken, halkı ve masumları nasıl koruduklarını, zaferleri nasıl tevazu ile karşıladıklarını, kutsal direnişin leke görmemesi için nasıl çırpındıklarını tarihin altın sayfalarından öğreniyoruz.
Direnişleri destanlaştıran, dünya tarihine yön vermelerini sağlayan, yağmalar ve dehşet görüntüleri değildir. İnsanlık tarihinde ve zihninde devrim yapan direnişler, kutsalı olan direnişlerdir. Yüreklerde şanlı devrimler gerçekleştirenler, mücadele ederken hakkı gözeten yiğitlerdir. Övülen Mücadeleler, had bildirirken haddini bilenlerin mücadeleleridir.
Bunun bilincinde olmak, buna göre tavır almak adil şahitler olmanın gereğidir. Tarihe mal olmuş direniş destanlarına yenilerini eklemenin de, bireysel ve toplumsal kurtuluşun da yolu adil şahitler olmayı başarmaktan geçmektedir.
26 Ekim 2014 Pazar
10 Temmuz 2014 Perşembe
Sessiz Bir Direniş
Güneybatı Kürdistan’da bir teyzem yaşıyor. Birçok amcam, amcazadem, babamın amcaları, amcazadeleri ve daha başka akrabalarımız da yaşıyor orada.
Teyzemin bir hikâyesi var. Benzer durumdaki bütün teyzelerimizin hikâyeleri gibi. Bütün bu teyzeler, benim ve hepimizin teyzeleridir. Hissetme yetilerini yitirmeyenlerin teyzeleridir onlar.
Benim teyzem, bir köyden 10-15 kilometre mesafedeki diğer bir köye gelin gittiğinde henüz sınırlar kan kusmaya başlamamıştı. Mayınlar gencecik bedenleri alıp götürmemişti. Sınır diye bir şey de yoktu aslında. Adı vardı sadece. Hiç kimse, bir gün bu adı var kendisi yok sınırların hayata yön vereceğini tahmin edememişti. O nedenle de bu yolculuğun, bu evliliğin olağanüstü bir yanı yoktu. Teyzem bir köyden başka bir köye gelin gitmişti sadece.
Fazla geçmedi ki sınır boyuna mayınlar döşendi. Teller çekildi. Gidiş gelişler bir anda kesiliverdi. Teyzemin hikâyesi de işte o zaman başladı. Aslında “Binxet”, yani Güneybatı Kürdistan sakini bütün teyzelerimizin hikâyesi o zaman başladı. Benim teyzem de o teyzelerden sadece bir tanesi idi.
Sınırın bir tarafından diğerine geçmek için pasaport ve vize gerekiyordu artık. Bu taraftan bakıldığında, her seferinde 20-30 kilometrelik mesafe için, önce il merkezinde pasaport başvurusu yapmak gerekiyordu. Sonrasında da 1000 kilometreden fazla yolu kat ederek Ankara’ya gidip vize işlemlerini gerçekleştirmek, bazen aylar süren uzun ve sıkıcı bir süreci göze alabilmek gerekiyordu. Ancak karşı tarafta iş bundan daha da zordu. Çünkü Baas rejimi yüzbinlerce Kürt yerlisine bir kimlik vermeyi reddetmişti. Bir gün gelecek ve o topraklardan çıkarılacaklardı. Onlara bir kimlik vermek gereksizdi. Teyzem de bu yüzbinlerden biri idi.
Bir şekilde “ehlileşerek” vatandaşlık alabilenler de kolay kolay pasaport çıkarıp vize alamıyorlar, istedikleri zaman gelip gidemiyorlardı. Örneğin bulunduğu ilçede Müftü olabilecek kadar Suriye şartlarında iyi bir yükseliş kaydedebilen amcam bile öyle istediği zaman çıkıp gelemiyordu. Birkaç yılda bir, birkaç taziye birikince şartları zorlayıp bir on beş günlük vize alıp gelebiliyordu. Bu oldukça anlamlı ve değerli günlerde amcam ve beraberindekiler bütün gelemeyenler adına bütün bekleyenleri ziyaret ediyor, haberleri gerekli yerlere iletiyor, gönderilen hediyeleri teslim ediyor ve mukabil emanetlerle, hediyelerle geri dönüyordu. Herkesi temsilen yapılan ziyaretlerdi bunlar.
O süre zarfında bütün sülalede günlük yaşam havası değişir, herkes on beş günlük yaşam tarzını misafirlere göre ayarlardı. Her gece ayrı birinin evinde misafir olunur, gece yarısına kadar sınırın alt tarafındaki hayat ve gelemeyenlerin durumu konuşulurdu. Hastalar için acil şifa dilekleri iletilir, ölenler için bol hüzünlü ve ağlamalı taziyeler bildirilirdi. Başka gelebilenler de bu şekilde ağırlanır ve gönderilirdi.
Gelemeyenler de teyzem gibi ancak dönenlerden aldıkları haberlerle idare ediyorlardı. Zamanla pasaport çıkarabilenlerin sayısında bir artma olduysa da teyzemin bir kimlik çıkarma ve dolayısıyla pasaport alma imkânı hiç olmadı.
Teyzem daha bekârken annesini kaybetmişti. Babasının taziyesine ise gelemedi. Önceleri tam anlayamadı meseleyi. Aslında anlamak istemedi. Hep içinde saklı tuttuğu bir umutla bekledi. Bir gün sınırlar kalkacak, eskisi gibi elini sallayarak gidip gelebilecekti. Bu kabul edilemez uygulamalar geçici olmalıydı.
Bilmez çünkü benim teyzem Baas’ı, Suriye’yi, Türkiye’yi, Ulus Devleti, kahredici iştahını insanlığın. Hükmedenlerin sınırları niçin koyduklarını da bilmez. Memleketini neden parçalara ayırdıklarını da, bu hakkı nereden aldıklarını da bilmez. Bildiği bir şey var sadece. Sınırın üst tarafında sevdikleri var, yüreğinin parçaları var, her gün bir bir çoğalan mezarları var.
Her sabah namazında seccadesine oturarak uçsuz bucaksız düzlükte, sınırın üst tarafındaki bir tepeyi görmeye çalıştı. Tepenin en ucunda annesinin mezarı vardı çünkü. O mesafeden görebilmesi mümkün değildi belki ama ısrarla döndü o tarafa ve bir Fatiha okudu. Sonra daldı hayatın meşgalelerine, kimliksiz ve geleceksiz olarak.
Köyünden şehre pek inemedi. Komşu köylere gidiş gelişleri olabildi ancak bir ömür. Kimliksizdi çünkü ve şehirde yapabilecekleri sınırlıydı. Üstelik şehirde resmi işlerde konuşması gereken dili de bilmiyordu.
Aslında biliyordu bülbüller gibi şakımayı, destanları sıralamayı. Annesinden geceler boyu ne destanlar ne kahramanlıklar dinlemişti. Konuşması da yerindeydi hani. Kendini anlayan olursa bir çırpıda anlatabilirdi meramını. Geceler boyu anlatabilirdi Mem û Zîn’i, Xecê û Sîyabendî, Zal Oğlu Rüstem’i. Hz. Ali’nin Cenklerini de, Hayber Kalesi Destanını da biliyordu bilmesine ama bu bildikleri bir şey ifade etmiyordu. Kendisinden istenen dil annesinden destanlar eşliğinde öğrendiği dil değildi.
Kendini evine adadı teyzem. Hasretini çocuklarının kokusuyla gidermeye çalıştı. Ama umudunu hiç yitirmedi. Müebbet yemiş mahkûmların, her sabah af umuduyla uyanması gibi uyandı her güne. Ağladı bazen için için, yönünü sınıra dönerek dualar gönderdi. Sonra öbür tarafa dönerek zalimlere lanetler okudu. O tarafta kümelendiklerini düşünüyordu zalimlerin. Anlam veremediği yasaklara öfkelendi. Ama hep umutla bekledi. Çünkü bir gün insafa gelecekti bu adamlar. Öyle düşünüyordu.
İnsanlığın ne kadar alçalabileceğini düşünemiyordu. Bilmiyordu çünkü teyzem Baas’ı, Esad’ı, Modern zulümleri. Yeryüzüne sınırlar koyan zihnin aslında İlahlık tasladığını bilmiyordu.
Uzun süre kaçakçı yolunu gözledi sonra. Her seferinde canı pahasına sınırı geçip gelen birilerinden haberler aldı. Çoğu zaman bu haberleri bile ikinci üçüncü elden alabiliyordu. Çünkü kaçakçılar şehre gidiyor, şehirden birilerine haberler iletiliyor, oradan köye ulaştırılabiliyordu. Bazen bu haberlerle soğuttu yüreğini. Bazen de iletilenler kor düşürdü içine.
Yeni bir ölüm ya da yeni bir olumsuzluk haberlerine de alıştı zamanla. Kendisi de aynı yöntemle kaçakçılara ulaştırılacak haberleri ikinci, üçüncü kişileri devreye sokarak iletebiliyordu. Ancak bazen gönderilen bir selam, sınır boyunda bir mayın marifetiyle kaçakçının kanına karışabiliyordu. Acısı o zaman daha bir katlanıyordu teyzemin.
Anlam veremese de, buna da alıştı zamanla. Her seferinde sınır boyuna yüzünü dönüp bir tepeyi aradı gözleri. Tepedeki mezara gözyaşı eşliğinde bir şeyler söyledi. Dualar okudu, gönderdi.
Bir müddet sonra kasetçalarlar marifetiyle ses kayıtları gidip gelmeye başladı. Bütün aile büyük bir heyecanla ses kaydı için kasetçaların karşısına geçer, sırayla kendini tanıtır, durumunu belirtir, selam ve saygılarını dile getirirdi. Eğer kaseti götürecek kaçakçı, bir sınır telinin dibine düşmezse, bir müddet sonra karşı taraftan da bir ses kaseti gelir ve böylece hasret bir nebze dindirilmiş olurdu.
Teyzem bir süre de böyle direndi zalimlere. Köyünde yüzünü hep sınır boyuna dönerek direndi. Gözyaşlarını kurutarak, annemi ve diğerlerini anarak, onlar için dualar ederek direndi.
Annem için de durum pek farklı değildi. Kardeşini her andığında gözleri dolardı. Kelimeler boğazına düğümlenirdi. “O annemin emanetiydi ve fakat emanete sahip çıkamadım” derdi.
Annem de gidip göremedi kardeşini. Zor zamanlardı çünkü. Her türlü imkândan mahrumdu. Uzun yıllar boyunca bir pasaportu çıkarabilecek, Ankara’ya gidip vize alabilecek bir imkânı olmadı annemin. Şartlar nispeten el verdiğinde de yaşı ilerlemiş hastalıklar rahat bırakamaz olmuştu.
Otuz sene görüşemediler. Yürüyerek gitse, öğlene kadar varabileceği bir mesafedeki kardeşine ulaşamadı bir türlü. Otuz kilometrelik yol, otuz sene kat edilemedi. Bütün bir dünya bir kütle olmuş aralarına girmişti sanki.
Teyzem umudunu diri tuttu her zaman. Geçen her gün gerçekler daha net görünse de O, inadına direndi. Bir sabah namazında, bulabilirse bir atın sırtında, bulamazsa ayaklarına yüklenerek sorgusuz sualsiz karşı yakaya geçebilmeyi bekledi. Kat edeceği toplam yol 25-30 kilometre idi sadece. Uçsuz bucaksız düzlükte sadece 25-30 kilometre. Kaç kez sınır boyuna, mayın sınırına kadar ilerledi. Uzaktan görmeye çalıştı annesinin mezarının bulunduğu tepeyi. Bir Fatiha gönderdi her seferinde. Bir de yanaklarından usulca süzülen bir çift gözyaşını.
Yıllar, yılları takip etti bu arada. Haberleşme imkânları arttıkça acı ve tatlı olayları daha çabuk duyabildi. Hiç görmediği yeğenlerinin büyüdüğünü, evlendiğini duyunca buruk sevinçler yaşadı. Ölüm haberlerini de gittikçe daha sakin karşıladı. Acıya alışılır mıydı bilinmez ama alışmış gibi yapıyordu. Gittikçe her iki yakada da mezarların sayısı çoğalmaya başladı. Yüreği iki parçalıydı.
Aslında iki taraf diye bir şey yoktu O’nun dünyasında. Neden ikiye bölündüğünü hiçbir zaman anlayamadı. Öz memleketinin neden mayınlarla Serxet û Binxet diye bölündüğüne anlam veremedi. Yeryüzüne sınırlar konmasına anlam veremeyecek kadar bilgeydi ama buna cehalet diyordu son çağın tiranları.
Esad’ı bilmiyordu çünkü. Ulus Devleti de, insanlığın doymak bilmeyen iştahını da bilmiyordu. Anlam da veremiyordu. Bir tek acısını biliyordu ve bu onu her gün yeniden kanatıyordu.
Şartların biraz el vermesi neticesinde özel izinler ve çok yoğun çabalarla on beş günlük geçiş imkânı bulup geldiğinde, çoktan annemin taziyesi bitmiş, her birimiz kendi gerçekliğimize dönmüştük. Ben de uzaktaydım ve o süre zarfında dönebilmem mümkün değildi. Telefonla konuşabildim ancak kendisiyle. Derin ve titrek bir sesi vardı. “Otuz yılın sonunda soğuk bir toprağı kucaklayabildim ancak” diyebildi sadece. Kelimeler boğazında düğümlendi. Sustuk ikimiz de, konuşacak tek bir kelime yoktu çünkü o an. Hayat kelimelerini de çalmıştı teyzemin.
Aradan on yıl geçti. Gidiş-gelişler biraz olsun kolaylaşmıştı. Bir taziye nedeniyle pasaport ve vize işlemlerini halledip sınırın öbür tarafına geçtim. İkinci gün kadınlar bölümünden çağrıldığımı söylediler. O tarafa yöneldiğimde kalabalığın ortasında yaşlı bir kadının kucağını açarak bana doğru ilerlediğini gördüm. Hayal görüyor gibiydim. Bana doğru gelen annemdi sanki. Aynı yüz, aynı duruş, aynı hareket. Yüzündeki kırışıklıklar bile aynı şekildeydi. Benzer acılar, benzer kırışıklıkları oluşturuyormuş meğer. Sarıldı, öptü, kokladı. Kimse bana Teyzemi tanıtmayı aklına getirememişti o an.
Bir insana teyzesi nasıl tanıtılır, bilemediler belki de. Yüz hatlarından, anneme benzemesinden, sarılışından tanımıştım onu. Hareket edemez oldum. Oturdu, sessiz ama derin derin ağlamaya başladı. Başımı önüme eğdim ve sustum sadece.
Ben otuz yaşımı geçmiştim ve 60 yaşını çoktan geçen teyzemi ilk defa görüyordum. Aradaki 25- 30 kilometreyi ancak otuz sene sonra aşabilmiştim.
Şimdi teyzem eski sıcak umutlarını, acı hatıralarına katarak her gün zayıflayan bir enerjiyle bekliyor köyünde. Hayır, umudunu asla yitirmedi. Ama eski heyecanı, yerini suskunluğa bırakmış durumda. Belki artık yürüyerek ya da bir at sırtında gelemeyeceğini biliyor ama hâlâ bekliyor. Hiç olmazsa bir sabah namazında, bir araba marifetiyle önce sınır boyundaki tepede bulunan annesinin mezarını ziyaret etmeyi, oradan da sıra sıra dizilen diğer mezarları kucaklamayı hayal ediyor. Bunun gerçekleşeceğine olan inancı sapasağlam. Hiçbir gelişme bu umudunu söndürmüyor.
Bilmiyor çünkü O her gün yeryüzünün yeniden parsellendiğini. Allah’ın arzında kendisini İlah görenlerin hiçbir zaman azalmadığını bilmiyor. Oturduğu köyünde torunlarının tercüme ettiği haberlerden sadece kan ve gözyaşını anlayabiliyor olsa da, umuduna direnç, direncine umut katıyor.
Bilmez çünkü O Esad’ı, Baas’ı, yaldızlı cümleler kuran örgütleri, küresel güçleri, ihanet çemberlerini. İnsanların neden savaştıklarını, neden yeryüzüne sınırlar koyduklarını, kendi memleketini neden parsellediklerini bilmez.
İnsanlığın yakıp yıkan arzularını, İlahlığa soyunan insan soyunun ne kadar zalim olabileceğini bilmiyor benim teyzem. Herkese hak görülenin neden kendisine yasak ve haram görüldüğünü de bilmiyor.
Bildiği tek şey sınırın beri tarafında her gün çoğalan mezarlar olduğu ve bu mezarlara doya doya sarılmak istediği.
Şartlar değişse de yaşlı ve hasta haliyle umudunu yitirmiyor teyzem. Bütün olumsuzluklara rağmen, hayatına ve değerlerine kasteden bütün zalimlere, bütün tiranlara rağmen sabrediyor ve direniyor.
Teyzemin bir hikâyesi var. Benzer durumdaki bütün teyzelerimizin hikâyeleri gibi. Bütün bu teyzeler, benim ve hepimizin teyzeleridir. Hissetme yetilerini yitirmeyenlerin teyzeleridir onlar.
Benim teyzem, bir köyden 10-15 kilometre mesafedeki diğer bir köye gelin gittiğinde henüz sınırlar kan kusmaya başlamamıştı. Mayınlar gencecik bedenleri alıp götürmemişti. Sınır diye bir şey de yoktu aslında. Adı vardı sadece. Hiç kimse, bir gün bu adı var kendisi yok sınırların hayata yön vereceğini tahmin edememişti. O nedenle de bu yolculuğun, bu evliliğin olağanüstü bir yanı yoktu. Teyzem bir köyden başka bir köye gelin gitmişti sadece.
Fazla geçmedi ki sınır boyuna mayınlar döşendi. Teller çekildi. Gidiş gelişler bir anda kesiliverdi. Teyzemin hikâyesi de işte o zaman başladı. Aslında “Binxet”, yani Güneybatı Kürdistan sakini bütün teyzelerimizin hikâyesi o zaman başladı. Benim teyzem de o teyzelerden sadece bir tanesi idi.
Sınırın bir tarafından diğerine geçmek için pasaport ve vize gerekiyordu artık. Bu taraftan bakıldığında, her seferinde 20-30 kilometrelik mesafe için, önce il merkezinde pasaport başvurusu yapmak gerekiyordu. Sonrasında da 1000 kilometreden fazla yolu kat ederek Ankara’ya gidip vize işlemlerini gerçekleştirmek, bazen aylar süren uzun ve sıkıcı bir süreci göze alabilmek gerekiyordu. Ancak karşı tarafta iş bundan daha da zordu. Çünkü Baas rejimi yüzbinlerce Kürt yerlisine bir kimlik vermeyi reddetmişti. Bir gün gelecek ve o topraklardan çıkarılacaklardı. Onlara bir kimlik vermek gereksizdi. Teyzem de bu yüzbinlerden biri idi.
Bir şekilde “ehlileşerek” vatandaşlık alabilenler de kolay kolay pasaport çıkarıp vize alamıyorlar, istedikleri zaman gelip gidemiyorlardı. Örneğin bulunduğu ilçede Müftü olabilecek kadar Suriye şartlarında iyi bir yükseliş kaydedebilen amcam bile öyle istediği zaman çıkıp gelemiyordu. Birkaç yılda bir, birkaç taziye birikince şartları zorlayıp bir on beş günlük vize alıp gelebiliyordu. Bu oldukça anlamlı ve değerli günlerde amcam ve beraberindekiler bütün gelemeyenler adına bütün bekleyenleri ziyaret ediyor, haberleri gerekli yerlere iletiyor, gönderilen hediyeleri teslim ediyor ve mukabil emanetlerle, hediyelerle geri dönüyordu. Herkesi temsilen yapılan ziyaretlerdi bunlar.
O süre zarfında bütün sülalede günlük yaşam havası değişir, herkes on beş günlük yaşam tarzını misafirlere göre ayarlardı. Her gece ayrı birinin evinde misafir olunur, gece yarısına kadar sınırın alt tarafındaki hayat ve gelemeyenlerin durumu konuşulurdu. Hastalar için acil şifa dilekleri iletilir, ölenler için bol hüzünlü ve ağlamalı taziyeler bildirilirdi. Başka gelebilenler de bu şekilde ağırlanır ve gönderilirdi.
Gelemeyenler de teyzem gibi ancak dönenlerden aldıkları haberlerle idare ediyorlardı. Zamanla pasaport çıkarabilenlerin sayısında bir artma olduysa da teyzemin bir kimlik çıkarma ve dolayısıyla pasaport alma imkânı hiç olmadı.
Teyzem daha bekârken annesini kaybetmişti. Babasının taziyesine ise gelemedi. Önceleri tam anlayamadı meseleyi. Aslında anlamak istemedi. Hep içinde saklı tuttuğu bir umutla bekledi. Bir gün sınırlar kalkacak, eskisi gibi elini sallayarak gidip gelebilecekti. Bu kabul edilemez uygulamalar geçici olmalıydı.
Bilmez çünkü benim teyzem Baas’ı, Suriye’yi, Türkiye’yi, Ulus Devleti, kahredici iştahını insanlığın. Hükmedenlerin sınırları niçin koyduklarını da bilmez. Memleketini neden parçalara ayırdıklarını da, bu hakkı nereden aldıklarını da bilmez. Bildiği bir şey var sadece. Sınırın üst tarafında sevdikleri var, yüreğinin parçaları var, her gün bir bir çoğalan mezarları var.
Her sabah namazında seccadesine oturarak uçsuz bucaksız düzlükte, sınırın üst tarafındaki bir tepeyi görmeye çalıştı. Tepenin en ucunda annesinin mezarı vardı çünkü. O mesafeden görebilmesi mümkün değildi belki ama ısrarla döndü o tarafa ve bir Fatiha okudu. Sonra daldı hayatın meşgalelerine, kimliksiz ve geleceksiz olarak.
Köyünden şehre pek inemedi. Komşu köylere gidiş gelişleri olabildi ancak bir ömür. Kimliksizdi çünkü ve şehirde yapabilecekleri sınırlıydı. Üstelik şehirde resmi işlerde konuşması gereken dili de bilmiyordu.
Aslında biliyordu bülbüller gibi şakımayı, destanları sıralamayı. Annesinden geceler boyu ne destanlar ne kahramanlıklar dinlemişti. Konuşması da yerindeydi hani. Kendini anlayan olursa bir çırpıda anlatabilirdi meramını. Geceler boyu anlatabilirdi Mem û Zîn’i, Xecê û Sîyabendî, Zal Oğlu Rüstem’i. Hz. Ali’nin Cenklerini de, Hayber Kalesi Destanını da biliyordu bilmesine ama bu bildikleri bir şey ifade etmiyordu. Kendisinden istenen dil annesinden destanlar eşliğinde öğrendiği dil değildi.
Kendini evine adadı teyzem. Hasretini çocuklarının kokusuyla gidermeye çalıştı. Ama umudunu hiç yitirmedi. Müebbet yemiş mahkûmların, her sabah af umuduyla uyanması gibi uyandı her güne. Ağladı bazen için için, yönünü sınıra dönerek dualar gönderdi. Sonra öbür tarafa dönerek zalimlere lanetler okudu. O tarafta kümelendiklerini düşünüyordu zalimlerin. Anlam veremediği yasaklara öfkelendi. Ama hep umutla bekledi. Çünkü bir gün insafa gelecekti bu adamlar. Öyle düşünüyordu.
İnsanlığın ne kadar alçalabileceğini düşünemiyordu. Bilmiyordu çünkü teyzem Baas’ı, Esad’ı, Modern zulümleri. Yeryüzüne sınırlar koyan zihnin aslında İlahlık tasladığını bilmiyordu.
Uzun süre kaçakçı yolunu gözledi sonra. Her seferinde canı pahasına sınırı geçip gelen birilerinden haberler aldı. Çoğu zaman bu haberleri bile ikinci üçüncü elden alabiliyordu. Çünkü kaçakçılar şehre gidiyor, şehirden birilerine haberler iletiliyor, oradan köye ulaştırılabiliyordu. Bazen bu haberlerle soğuttu yüreğini. Bazen de iletilenler kor düşürdü içine.
Yeni bir ölüm ya da yeni bir olumsuzluk haberlerine de alıştı zamanla. Kendisi de aynı yöntemle kaçakçılara ulaştırılacak haberleri ikinci, üçüncü kişileri devreye sokarak iletebiliyordu. Ancak bazen gönderilen bir selam, sınır boyunda bir mayın marifetiyle kaçakçının kanına karışabiliyordu. Acısı o zaman daha bir katlanıyordu teyzemin.
Anlam veremese de, buna da alıştı zamanla. Her seferinde sınır boyuna yüzünü dönüp bir tepeyi aradı gözleri. Tepedeki mezara gözyaşı eşliğinde bir şeyler söyledi. Dualar okudu, gönderdi.
Bir müddet sonra kasetçalarlar marifetiyle ses kayıtları gidip gelmeye başladı. Bütün aile büyük bir heyecanla ses kaydı için kasetçaların karşısına geçer, sırayla kendini tanıtır, durumunu belirtir, selam ve saygılarını dile getirirdi. Eğer kaseti götürecek kaçakçı, bir sınır telinin dibine düşmezse, bir müddet sonra karşı taraftan da bir ses kaseti gelir ve böylece hasret bir nebze dindirilmiş olurdu.
Teyzem bir süre de böyle direndi zalimlere. Köyünde yüzünü hep sınır boyuna dönerek direndi. Gözyaşlarını kurutarak, annemi ve diğerlerini anarak, onlar için dualar ederek direndi.
Annem için de durum pek farklı değildi. Kardeşini her andığında gözleri dolardı. Kelimeler boğazına düğümlenirdi. “O annemin emanetiydi ve fakat emanete sahip çıkamadım” derdi.
Annem de gidip göremedi kardeşini. Zor zamanlardı çünkü. Her türlü imkândan mahrumdu. Uzun yıllar boyunca bir pasaportu çıkarabilecek, Ankara’ya gidip vize alabilecek bir imkânı olmadı annemin. Şartlar nispeten el verdiğinde de yaşı ilerlemiş hastalıklar rahat bırakamaz olmuştu.
Otuz sene görüşemediler. Yürüyerek gitse, öğlene kadar varabileceği bir mesafedeki kardeşine ulaşamadı bir türlü. Otuz kilometrelik yol, otuz sene kat edilemedi. Bütün bir dünya bir kütle olmuş aralarına girmişti sanki.
Teyzem umudunu diri tuttu her zaman. Geçen her gün gerçekler daha net görünse de O, inadına direndi. Bir sabah namazında, bulabilirse bir atın sırtında, bulamazsa ayaklarına yüklenerek sorgusuz sualsiz karşı yakaya geçebilmeyi bekledi. Kat edeceği toplam yol 25-30 kilometre idi sadece. Uçsuz bucaksız düzlükte sadece 25-30 kilometre. Kaç kez sınır boyuna, mayın sınırına kadar ilerledi. Uzaktan görmeye çalıştı annesinin mezarının bulunduğu tepeyi. Bir Fatiha gönderdi her seferinde. Bir de yanaklarından usulca süzülen bir çift gözyaşını.
Yıllar, yılları takip etti bu arada. Haberleşme imkânları arttıkça acı ve tatlı olayları daha çabuk duyabildi. Hiç görmediği yeğenlerinin büyüdüğünü, evlendiğini duyunca buruk sevinçler yaşadı. Ölüm haberlerini de gittikçe daha sakin karşıladı. Acıya alışılır mıydı bilinmez ama alışmış gibi yapıyordu. Gittikçe her iki yakada da mezarların sayısı çoğalmaya başladı. Yüreği iki parçalıydı.
Aslında iki taraf diye bir şey yoktu O’nun dünyasında. Neden ikiye bölündüğünü hiçbir zaman anlayamadı. Öz memleketinin neden mayınlarla Serxet û Binxet diye bölündüğüne anlam veremedi. Yeryüzüne sınırlar konmasına anlam veremeyecek kadar bilgeydi ama buna cehalet diyordu son çağın tiranları.
Esad’ı bilmiyordu çünkü. Ulus Devleti de, insanlığın doymak bilmeyen iştahını da bilmiyordu. Anlam da veremiyordu. Bir tek acısını biliyordu ve bu onu her gün yeniden kanatıyordu.
Şartların biraz el vermesi neticesinde özel izinler ve çok yoğun çabalarla on beş günlük geçiş imkânı bulup geldiğinde, çoktan annemin taziyesi bitmiş, her birimiz kendi gerçekliğimize dönmüştük. Ben de uzaktaydım ve o süre zarfında dönebilmem mümkün değildi. Telefonla konuşabildim ancak kendisiyle. Derin ve titrek bir sesi vardı. “Otuz yılın sonunda soğuk bir toprağı kucaklayabildim ancak” diyebildi sadece. Kelimeler boğazında düğümlendi. Sustuk ikimiz de, konuşacak tek bir kelime yoktu çünkü o an. Hayat kelimelerini de çalmıştı teyzemin.
Aradan on yıl geçti. Gidiş-gelişler biraz olsun kolaylaşmıştı. Bir taziye nedeniyle pasaport ve vize işlemlerini halledip sınırın öbür tarafına geçtim. İkinci gün kadınlar bölümünden çağrıldığımı söylediler. O tarafa yöneldiğimde kalabalığın ortasında yaşlı bir kadının kucağını açarak bana doğru ilerlediğini gördüm. Hayal görüyor gibiydim. Bana doğru gelen annemdi sanki. Aynı yüz, aynı duruş, aynı hareket. Yüzündeki kırışıklıklar bile aynı şekildeydi. Benzer acılar, benzer kırışıklıkları oluşturuyormuş meğer. Sarıldı, öptü, kokladı. Kimse bana Teyzemi tanıtmayı aklına getirememişti o an.
Bir insana teyzesi nasıl tanıtılır, bilemediler belki de. Yüz hatlarından, anneme benzemesinden, sarılışından tanımıştım onu. Hareket edemez oldum. Oturdu, sessiz ama derin derin ağlamaya başladı. Başımı önüme eğdim ve sustum sadece.
Ben otuz yaşımı geçmiştim ve 60 yaşını çoktan geçen teyzemi ilk defa görüyordum. Aradaki 25- 30 kilometreyi ancak otuz sene sonra aşabilmiştim.
Şimdi teyzem eski sıcak umutlarını, acı hatıralarına katarak her gün zayıflayan bir enerjiyle bekliyor köyünde. Hayır, umudunu asla yitirmedi. Ama eski heyecanı, yerini suskunluğa bırakmış durumda. Belki artık yürüyerek ya da bir at sırtında gelemeyeceğini biliyor ama hâlâ bekliyor. Hiç olmazsa bir sabah namazında, bir araba marifetiyle önce sınır boyundaki tepede bulunan annesinin mezarını ziyaret etmeyi, oradan da sıra sıra dizilen diğer mezarları kucaklamayı hayal ediyor. Bunun gerçekleşeceğine olan inancı sapasağlam. Hiçbir gelişme bu umudunu söndürmüyor.
Bilmiyor çünkü O her gün yeryüzünün yeniden parsellendiğini. Allah’ın arzında kendisini İlah görenlerin hiçbir zaman azalmadığını bilmiyor. Oturduğu köyünde torunlarının tercüme ettiği haberlerden sadece kan ve gözyaşını anlayabiliyor olsa da, umuduna direnç, direncine umut katıyor.
Bilmez çünkü O Esad’ı, Baas’ı, yaldızlı cümleler kuran örgütleri, küresel güçleri, ihanet çemberlerini. İnsanların neden savaştıklarını, neden yeryüzüne sınırlar koyduklarını, kendi memleketini neden parsellediklerini bilmez.
İnsanlığın yakıp yıkan arzularını, İlahlığa soyunan insan soyunun ne kadar zalim olabileceğini bilmiyor benim teyzem. Herkese hak görülenin neden kendisine yasak ve haram görüldüğünü de bilmiyor.
Bildiği tek şey sınırın beri tarafında her gün çoğalan mezarlar olduğu ve bu mezarlara doya doya sarılmak istediği.
Şartlar değişse de yaşlı ve hasta haliyle umudunu yitirmiyor teyzem. Bütün olumsuzluklara rağmen, hayatına ve değerlerine kasteden bütün zalimlere, bütün tiranlara rağmen sabrediyor ve direniyor.
2 Mayıs 2014 Cuma
İslam Kongresi
İmralı görüşmeleri sırasında Öcalan tarafından önerilen “Demokratik İslam” Kongresi bir süredir tartışılıyor. Konu ile ilgili birçok merkezde çalıştaylar düzenlendi. Hazırlıkların son aşamaya geldiği ve önümüzdeki günlerde söz konusu kongrenin Diyarbakır’da gerçekleştirileceği anlaşılıyor.
Bu kongre ile nelerin hedeflendiğini anlamak ve olası sonuçları hakkında bir fikir edinebilmek için hem kongreye uygun görülen isime, hem de kongrenin ihtiyaç olarak belirlendiği şartlara bakmak gerekiyor.
Bilindiği gibi Suriye’deki iç savaşın Güneybatı Kürdistan’a sıçraması ve kendilerini İslam ile tanıtan kimi grupların bölgeye yönelik silahlı faaliyetlerini arttırması sonucu, Diyarbakır’da bir “Demokratik İslam” Kongresi yapılması konusu, Öcalan tarafından gündeme getirilmişti. Bölgedeki fiili durum üzerinden güçlü bir mesajın hedeflendiği kongre için, geçen sürede farklı kesimlerle iletişime geçildiği ve geniş katılımlı bir çalışma için hazırlık yapıldığı görülüyor.
Bu süreçte özellikle kongre ismine yönelik birçok eleştiri yapılmış olmasına rağmen, bu eleştiriler ciddiye alınmadı. İsim konusunda bir değişikliğe gidilmedi. Kimi kesimler de, belirlenen isme takılmanın gereksiz olduğunu, böyle bir kongrenin isim tartışmalarından çok daha önemli olduğunu dile getirdiler.
Şahsen; gerek Kürdistan özelinde gerekse bütün Ümmet coğrafyasında dört başı mamur bir İslam Kongresine/İslam Kongrelerine acilen ihtiyaç olduğunu biliyorum. Ümmetin kanayan bütün coğrafyalarında diri ve direngen bakış açılarının geliştirilmesi için, her alanda geri çekilmenin durdurulabilmesi için, Uluslararası ciddi çalışmalara ihtiyaç olduğu ortadadır. Bu anlamda çok önceden kongreler oluşturulmalıydı. Kürdistan özelinde de ciddi çalışmalar yapılabilmeliydi. Özellikle; kendilerini İslam ile tanımlayan kimi yapıların Kürdistan meselesine karşı geliştirdikleri şaşı bakışların İslam’ın kendisi ile ilgili olmadığı, işin ehilleri tarafından ifade edilmeliydi. “Siyasal İslamcılık” anlayışının kimsenin tekelinde olmadığı, kendilerini bu şekilde tanımlayan grupların yanlışlarının bu anlayışa mal edilmemesi gerektiği, yüksek sesle dile getirilmeliydi. Ne yazık ki; Kürdistan’daki çevreler de, diğer coğrafyalardaki çevreler de bu bilinç ve kudrete sahip olamadılar. Lakin bütün bunlar, bu çalışmaya gözü kapalı bir şekilde teslim olmamızı gerektirmiyor. Özenle seçildiği belli olan ve ısrarla korunan isim üzerinde durulmaması gerektiğini göstermiyor.
İddia edildiğinin aksine isim konusu oldukça önemlidir. Çünkü herhangi bir çalışmada gündem için seçilen isim, içeriğin sınırlarını ve sonuçtan beklenenleri belirler. Buradaki sorun İslam ve Demokrasi karşılaştırması değildir. Yapılacak bir çalışmada; Sosyalizm ve İslam, Demokrasi ve İslam, Kapitalizm ve İslam, Radikalizm ve İslam gibi başlıklarla karşılaştırmalar yapılabilir, konular üzerinde değişik görüşler sunulabilir. Hakeza “Demokratik İslamcılık”, “Radikal İslamcılık” gibi tanımlamalar çerçevesinde de çalışmalar yapılabilir. Geliştirilecek bakış açılarına katılanlar olabileceği gibi karşı duranların da olması mümkündür. Bu alanlarda yapılacak çalışmalar, önemli ve değerlidir. Seviyeli ve iyi niyetli olduğu müddetçe kim tarafından yapılırsa yapılsın bu girişimler saygıdeğerdir. Ancak; “Sosyalist İslam”, “Demokratik İslam”, “Kapitalist İslam”, “ Radikal İslam” gibi isimlendirmelerle bizzat İslam’ın kendisini sınırlandırmak sakıncalıdır.
Söz konusu kalıplar çerçevesinde yeniden şekillendirmeye ve açıklamaya çalışmak, aziz İslam’ı incitir. İslam, bir üst bakış açısıdır ve alt birimlerle ifade edilemez. İslam’ın demokrasi ile Sosyalizm ile ya da daha farklı bakış açıları ile ortak noktaları olabilir. Bunlar öne de çıkarılabilir. Ama İslam’ı söz konusu anlayışlarla açıklamaya çalışmak, bu anlayışlara teslim etmek mümkün değildir, kabul edilebilir değildir. Bu tür etkinlikler elbette ki yapmak isteyenleri bağlar. Ancak bu faaliyetlerden İslami hassasiyetler adına, Kürdistan’ın İslami kimliği adına bir netice beklemek, fazla iyimser olmaktır.
Bütün itirazlara ve uyarılara rağmen, belirlenen isimdeki ısrardan anlaşılıyor ki; bu kongre ile İslam’ın “Demokratik” yorumuna öncelik verilecek, dahası bir “Demokratik İslam” anlayışı inşa edilmek istenecektir. Benim görebildiğim ve okuyabildiğim kadarıyla bu çalışma daha çok, hedeflenen bir İslam algısının yerleşmesine hizmet etmesi amacıyla yapılıyor. Ana hedefin, Güneybatı Kürdistan’daki gelişmeler üzerinden özellikle İslam’ın Siyasi ayağının etkisizleştirilmesi, İslam ile ilgili daha çok, “ekolojik bir din” algısı oluşturulması olduğu görülüyor. Aziz İslam’ın hayata yön veren yapısını törpüleyerek, dini kültürel bir etkinliğe dönüştürmeyi, kültürel bir inanç olarak sabitlemeyi amaçladığı anlaşılıyor.
Bu kongre; modern zamanların modern zulümlerine bir itiraz biçimi olarak gelişen “Siyasal İslamcılık” ekolüne bir reddiye denemesi olarak çalışacak gibi görünüyor. Ben bu girişimin, bir şekilde İslam’ı araçsallaştırmayı hedefleyen bir proje olduğunu düşünüyorum. İsim seçimi konusunda bile aziz İslam’ın sınırlarını göz önünde bulundurmayan bir çalışmadan, sadra şifa bir netice elde etmenin zorluğu ortadadır. Zaten bu çalışmanın bir “ Demokratik İslam” Kongresi olduğu, bunun da bir İslam Kongresi anlamına gelmediği ve böyle bir amacının da olmadığı unutulmamalıdır. Eğer öngörülerim beni yanıltmıyorsa, bu çalışma özellikle İslam’ın siyasal boyutuna bir ameliyat girişimi olacaktır. Bunu; aziz İslam aracılığıyla bir toplum mühendisliği girişimi olarak ta okumak mümkündür.
Eğer durum bu ise; bunu kabullenmenin, buna teslim olmanın mümkün olmadığı bilinmelidir. “Tamamlanmış bir nimet” olarak İslam’ın herhangi bir ameliyat girişimini kabul etmeyeceğini, herhangi bir yumuşak müdahaleye teslim olmayacağını belirtmek gerekiyor. Aziz İslam’ın modern zamanlara itirazı olarak gelişen “İslamcılık” anlayışının bu tür yönlendirmelere teslim olmayacağı bilinmelidir. Aleyhteki bütün girişimlere rağmen Kürdistani İslamcılığın, er ya da geç kendi özgün gündemiyle Kürdistan’ın bağrında filizleneceğini umut etmek, var olan enerjileri bu yönde değerlendirmek ve bu umudu her daim diri tutmak gerekmektedir.
13 Şubat 2014 Perşembe
Çîroka Barê Mirovahîyê
Ezê niha çîrokekê ji we re bêjim. Eve çend rojin ev çîrok tê gotin. Kesê ku vê çîrokê dibihîze, dil û hinav lê diperitin. Hêstirên ziwa ji çavan dibarin.
Dibêjin ku, bavekî, ji serê çiyayekî, termê berxê ber dilê xwe, termê delalê xwe, xistîye telîsekî û dinava berf û sermayê de gihandîye bajêr.
Tê gotin ku dema bavê lawik bi nexweşîya wî hesîya, bi lez û bez kara xwe kir ku wî bighîne ser hekîman. Lê mixabin rê ji berfê hatibû girtin. Ji mezrê hawara xwe gihand nava gund û gundîyan jî xebera bajêr pê êxist. Lê mixabin tu kes bi wan ve nehat. Rewşa zarokî gelek xeter bû.
Ew laşê nazikê mîna laşê berxekî, te digo qey agir pê ketîye. Dibêjin ku bavê neçar piştî gelek çuyîn û hatinan, nexweşê xwe himbêz kir. Li rewşa lawik nêrî û li bêmeferîya xwe fikirî.
Kesekî bi halê wî ne dizanî lê ji bêmeferîyê gellekî liberxwe diket. Bi dengekî nizm û kûr dinalî û digot:
“Çavê min! Berxê min!Mixabin ev şeva reş û tarî bûye hejarîya min. Bûye bêxwedîtîya min. Bûye nezanîya min. Êşa ketî nava dil û mêlakên te, bûye bêkesî û biser min de dibare.
Ka were çavên teyên ku birengê biharêne, biramûsim. Belkî êşa ketî nava hinavê teyê nazik û delal, hêdî hêdî xwe berde nava hinavê minde. Belkî, ez bi êşa malik wêran re bikarim şerê xwe bikim. Ji bilî vê tiştek ji destê min naye. Hemû rê û rêbar li ber min hatine girtin. Di vê sir û seqemê de, di bin vê berfê de, nikarim tu çareyan bibînim.
Hemû dergeh li ber min hatine girtin. Erd û ezman li min hatine xezebê. Mame tenê li serê van çol û çiyan. Mame tenê di vê dinya mal xirab de. Tu kes nemaye ku arikarîyê bide min.
Tu dibêjî qey, mirov hemû ketine xemara mirinê. Tu dibêjî qey, tofan li hemû mirovahîyê rabû ye. Ez mame tenê liserê vî çîyayê xopan.
Berxê min! Şêrînê dilê bavê xwe!
Qisûra min efû ke. Li bavê xwe bibûre. Ez, neçar mame. Bi tenê mame. Bê xwedî mame. Dizanim ku hêdî hêdî desten te sist dibin. Agirê ku di hinavê tede digere, hêdî hêdî te ji min dûr dike.
Ez, ango mêrê bi sed mêran. Şêrê serê van çîyan. Ango bavê te. Îro bûme pepûkek û mame di nava berfa malikwêran de.
Ji te webû ku ez qehremanekê binavûdeng im. Lê vaye ez nikarim vê êşa ketî nava laşe teyê nazik de, çareser bikim. Vaye ez nikarim te ji vê hêlê bibim hêla dî.
Dendikê dile min! Di vê seqemê de ev çi agire bi hinavê te ketî. Xwezî min bizanîba ka çend tenûr di dilê te de dadayî ne. Xwezî min bikarîba aveka cemidî bi ser dil û hinavên tede bikira.
Delalê dilê min! Xwezî bask bi min ve çêbûban, de ez bifirîyam û min tu li ser hekîman bigerandîyayî. Belkî çareyek ji vê germîya laşê te re bihata dîtin.
Hinavên min diperitin. Kes bi agirê ku di dilê min de geşbûye nizane. Kes axîna dile min nabihîze. Ne kesek guhê xwe dide qêrîna min, ne kesek bi hewara min ve tê.
Îro, ne belengazîya min tenê, belengazîya bav û kalan, belengazîya sedsalan bi ser mede dibare. Ev ne neçarîya min tenê ye. Ev ne barê min tenê ye. Lê çawa bikim, ez îro di bin vî barî de helîyam. Xwedê vê êşê nede tukesî.
Min nizanîbû ez evqasî pepûk im. Min nizanîbû ez evqasî bê derfet im.
Bedena teya nazik û delal ji agir û pêta ku di dile te de geşbûyî hêdî hêdî xalî dibe. Çiqas bi êş û jan jî bû, lê dîsa jî ez razî bûm bi wê germahiya laşê te. Lê vaye hêdî hêdî laşê te dicemide. Mirina mal xirab deste teyê nazik ji destê min dikêşe. Ka ezê çi bikim li serê vî çiyayî.”
Gelî guhdaran! Wek min gotî ev çîrokek e. Mina hemû çîrokên Kurdistanê bi êş e, bi şewat e û bi belengazî ye. Bexwedîtîya malikwêran e.
Belê ev çîrokek e û çîroka me digel hemû êş û jana xwe, digel hemû dijwarîya xwe dewam dike.
Tê gotin ku hêdî hêdî laşê lawikî cemidî. Çavê wi hatin girtin û rihê xwe teslîm kir. Hê jî tukes bi wan ve nehatibû. Divî bu ku termê lawikî bibiran bajêr û biheq bikirana. Lê tu derfet nebûn kû wî termî lê bar bikin. Mecbur man û rabûn termê lawikî xistin nava telîsekî de. Telîsê ku bûye darbest jî, dor bi dor li pişta xwe kirin û bere xwe dan bajêr.
Dema dora bar giha bav ê dilşewat, dîsa dilê xwe bi halê xwe şewitand. Çavên wi şil bûn û hêdî hêdî di ber xwede dest bi nalînên xwe kir:
“Berxê min! Vaye min nekarî ez te di nava dil û hinavên xwede bipêçim û bigihînim ser hekîman. Ez ji te fedî dikim, izra xwe ji te dixwazim. Hêvîdarim kû tu limin ne girî.
Min digot qey ezê li nava zevîyan, li nava mêrgên zozanan te bidim pişta xwe û bigerînim. Min digot qey ezê bi hatina biharê re, ji tere cilên bajarî bînim. Ma min ji ku dizanî ku ezê termê te bêxim nava telîsekî û te li pişta xwe bikim.
Berxê min! Li vî welatî zarok zû mezin dibin. Zû dibin malxwê malê. Zû dibin berpirsyar. Gellek bi hêsanî dibin cangorî û diçin ser rêya xwe. Lê ya ji mirinê girantir eve ku ez îro delalê xwe di nava telîsekî de dibim û diçim. Xwedê berxê ber dilê tu kesî neke barê di telîsî de.
Delalê dilan! Ji xwe hinavên min diperitin, ji xwe ez di helim û bi vê erdê ve diçim. Ez dibextê tede me, ew çavên teyî neynikzêrîn newin ber çavên min. Tirsa min ewe ku ez nikaribin ji bin vî barî derkevim. Tirsa min ewe ku ez bi vê kulê bikevim erdê.
Ma ne şerm e ku ez liber çavên hemû rûreşan zeîf derkevim. Ma ne şerm e ku ez berxê dilê xwe bi mêranî bi rê neêxim. Îro roj roja mêranîyê ye. Tirsa min ne ji berfê ye. Ne ji rêya dûr û girtî ye. Tirsamin ji wêye ku ez di bin vî barî de zeîf bikevim.
Dizanim ku ev bar, ne barê min tenê ye. Barê hemû mirovahîyê ye. Lê mixabin mirovahî bêfedî ye. Bê wijdan e.
Divê bavê te vî barî nehêle li erdê. De ka şêrînê min. Barê herî giran û barê herî nazik.
Berxê min. Çavê min. Bêkesî û bêmeferîya min. ”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)